Toplum halinde “delirme emareleri” gösteriyoruz; bırakın “makulü normalde aramayı” normalin ne olduğunu unutmuş vaziyetteyiz. Sevecen, munis, kadirşinas, hoşgörü ve tevazu sahibi insanımızın yerinde yeller öylesine esiyor ki, o fırtınanın önünde durmak “namümkün”. Sokakta, çarşı-pazarda, mahallede, park yerinde, asansörde, trafikte; her an her yerde birbirinin gırtlağına yapışmış, her tür kesici-delici aletle, tabanca tüfekli savaş yapar gibi görüntüler, artık vaka-ı adiyeden sayılıyor. Kamu görevlilerine, öğretmenlerine, sağlık çalışanlarına, kolluk kuvvetlerine aileden birisi muamelesi yapmasıyla ünlü yurdum insanı, bu hasletlerini çoktan yitirmiş durumda. Ağır ekonomik ve sosyal yaşam koşullarında ezilen insanlar, bırakın gülümsemeyi, espriyi, birbirinden bir selamı, bir mimiği dahi esirger hale gelmiş. Oysa Nasrettin Hoca, İncili Çavuş, Bekri Mustafa, Baba Erenler; belki de hiçbir ulusun sahip olamayacağı kadar önemli “mizahi değerlerimiz” değil mi? Bu ülke insanı, Ömer Seyfettin hikâyeleri ile büyümedi mi? O hikâyelerle büyüyen insanlar, ileriki yaşamlarında, ülke yönetiminde muktedir olduklarında “o felsefeyi” daima hayata geçirmediler mi?
Ziya Gökalp, ki modern anlamda ilk sosyoloğumuz sayılır, toplumlarda dilin önemini vurgular daima. Bırakın sokakta, çarşı pazarda kullanılan dili, anlı şanlı basın-yayın kuruluşları, ünlü TV kanalları bile doğru Türkçe kullanmayı boş vermiş, savsaklamış durumda. Buna müdahale etmeye kalkıştığınızda, size tuhaf ve gereksiz gözü ile bakılması işin cabası! Kabul, çok zor koşullardan geçmekteyiz; kabul, hiçbir zaman olmadığı kadar mutsuz ve umutsuzuz. “Unu ve tuzu kuru” mutlu azınlığın, ballı börekli birkaç ve yüksek gelir mensuplarının umuru olmayabilir bu durum. Ama unutulmaması gereken husus, mutsuz çoğunluktur. Türkiye’de, başka ülkeler gibi hiçbir tarihte “sınıf ayrımı” olmadı, ancak son yıllarda toplum katmanlarında bu farkın oluştuğunu görmemek, hissetmemek mümkün değil. Vekilin, asıldan kat be kat üstün olduğu günleri yaşıyoruz, bu kabul edilebilir ve sürdürülebilir bir durum olmasa gerek! Başlığımızdaki cinnet halini oluşturan sebepler sıralamaya konulsa, sahifeler ve kelimeler kifayetsiz kalır. Friedrich Nietzsche, “İyinin ve Kötünün Ötesinde” eserinde şöyle bir cümle kullanır; “Delilik, tek tek insanlarda pek seyrektir. Ama gruplarda, partilerde, halk arasında, çağlarda, kural olarak bulunur.” Kısaca, gidişat ve vaziyet hoş değil.
Umudu kaybetmeden ve “enseyi karartmadan…”
50.Yıl Kavşağı
Sivas trafiğinin kronik rahatsızlıklarını, müteaddit defalar dile getirmeye gayret ediyoruz, etmeye de devam edeceğiz! Kaldı ki, seçimler öncesinde, Sivas’ın en büyük sorununun trafik olduğunu söyleyen bir belediye başkanımız var. Dediğimiz gibi, Sivas trafiği iyi durumda değil, hatta çoğu zaman felç vaziyette. Mevcut yasa ve yönetmeliklerin kâfi gelmediği aşikâr olup, teknolojinin ve yapay zekanın da yardımıyla, ayrıca nokta atışı birtakım uygulamalarla, bu durumun (en azından bir kısmının) düzeltilmesi mümkün! Bunun içinse eleştiri ve önerilere açık olmak birinci koşul! İşte bunlardan bir tanesi, aşağıdaki resimden de anlaşılacağı üzere “50. Yıl Kavşağı”. Bu kavşağa Ulu Cami istikametinden gelen araçlar, İstasyon tarafına dönüş yapamıyor, karşılığında da, yukarıdan yani Sivas Lisesi istikametinden gelenler de, Meydan tarafına dönüş yapamıyorlar. Çünkü dönüş yasağı var! Bu dönüş yasağı kaldırıldığında oluşacak trafik akışkanlığı, o bölgeyi son derece rahatlatabilecek bir uygulama olacaktır. Mevcut teknolojik imkânlar ve yapay zekâ marifeti ile bunun kolaylıkla halledilebileceğini düşünüyoruz…
ŞİİR: Davet- Nazım Hikmet Ran
Dörtnala gelip Uzak Asya'dan
Akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan
Bu memleket, bizim.
Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak
Ve ipek bir halıya benzeyen toprak,
Bu cehennem, bu cennet bizim.
Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın,
Yok edin insanın insana kulluğunu,
Bu dâvet bizim....
Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine,
Bu hasret bizim...