Bugün 25 Kasım. Kadına yönelik şiddetin önlenmesi için verilen uluslararası mücadelenin günü.

Ama Türkiye’de bu mücadele sadece bir gün değil, her güne yayılan bir çığlık, bir isyan, bir adalet arayışı. Çünkü bu topraklarda her gün kadınlar öldürülüyor, dövülüyor, susturuluyor. Her gün bir annenin, bir kız kardeşin, bir arkadaşın, bir eşin yaşam hakkı elinden alınıyor. Ve biz, toplum olarak hâlâ bu utançla yüzleşemiyoruz.

Kadın olmak, bu ülkede cesaret ister! Çünkü burada kadınlar sadece hakları için değil, yaşamda kalmak için mücadele ediyor! Gece sokağa çıkarken, dolmuşa binerken, bir erkeğe “hayır” derken bile içinden bir dua okuyorsan, o toplumda özgürlükten bahsetmek mümkün değildir!

Sorunun kökenine bakmamız gerek. Erkekleri, kadınları “eşya” değil, insan olarak görmeleri için eğitmek zorundayız. Kadın bir bireydir, bir “namus simgesi” değil! Kadın, bir erkeğin "malı" değildir. Ama biz erkeklere böyle öğretiyoruz; ailede, sokakta, dizilerde, şarkılarda… Erkek egemen kültür, kadını değersizleştiriyor, susturuyor, ikinci plana atıyor. Bu değişmediği sürece kan durmaz.

Adalet sistemi ne yapıyor peki? İyi hâl indirimi, pişmanlık indirimi, "kravat taktı" indirimi… Peki, öldürülen kadınların pişmanlıklarını kim indirecek? Kalan çocukların travmalarını kim iyi hâle getirecek? Bugün bu ülkede bir kadını öldüren biri, birkaç yıl yatıp çıkabileceğini biliyor. Cezalar caydırıcı değil. Öyleyse soruyorum: Devlet, kadınları gerçekten korumak istiyor mu? Yoksa biz sadece boş vaatlerle kandırılıyor muyuz?

Kadın hakları dediğimiz şey, kadınlara verilen bir “lütuf” değildir. Bu, insan olmaktan gelen bir haktır. Ama bu hakkı teslim etmek istemeyen bir zihniyetle savaşıyoruz. Kadınların eşit haklara sahip olduğu bir toplumda her şey güzelleşir: Aileler huzurlu olur, ekonomimiz güçlenir, toplumumuz ilerler. Bu kadar basit bir gerçeği görmek neden bu kadar zor?

Kadınlar olarak pes etmiyoruz. Haklarımızdan, özgürlüğümüzden, hayatlarımızdan vazgeçmiyoruz. Ama bu mücadele sadece kadınların omuzlarına yüklenemez. Erkekler de bu mücadelede yer almak zorunda. Ve bizler, bu adaletsizliklere karşı hep bir ağızdan bağırmak zorundayız: “Artık yeter!”

Bugün bir kez daha hatırlatıyorum: Şiddeti bitirmek bir “niyet” değil, bir zorunluluktur. Kadınların öldürülmediği, susturulmadığı, özgürce yaşadığı bir Türkiye mümkün. Ama bu, ancak hepimizin bu mücadeleyi sahiplendiği bir gelecekle gerçekleşir. O gün geldiğinde, bu karanlığı hep birlikte yırtıp atacağız. Ama önce sesimizi yükseltmeliyiz. Çünkü susarsak, sıra hepimize gelecek.