İyi başlayıp kötü bitirdiğimiz, üstelik daha da ağırı olabilirdi diye neredeyse “buna şükür” dediğimiz Portekiz maçının sonunda bile bu takıma inandığımızın altını “kalınca” çizdiğimiz, “Yeter ki çıkarılabilecek dersleri çıkarıp yaralarımızı acil bir şekilde saralım, hedef belli!” dediğimiz yazımızın mürekkebi kurumadan yine bir zafer gecesine tanık olduk Hamburg’da! Volkspark stadı tribünleri aynı Dortmund’da olduğu gibi yine ezici üstünlükle bizdendi, ay-yıldızla, kırmızı beyazla bezeli, çok heyecanlı, müthiş enerjikti. Portekiz maçı sonrasında ölçünün yer yer kaçtığı “eleştiri bombardımanına” uğramıştı A Milliler; elbette ki bu bombardımanın odağı Montella idi. Başta kaleci Altay ve Samet olmak üzere, futbolcuların neredeyse tamamı bu eleştiri sağanağından nasibini almışlardı! Kolay değildi üç gün içerisinde böyle bir travmayı atlatıp kader maçına çıkmak... Ancak, bunu becerdiler ve tarihe bir altın sayfa daha eklediler. Bu dönüşün başkahramanı kuşkusuz Montella’ydı; belli ki Portekiz mağlubiyetinden gerekli dersleri çıkarmış, neşter atacağı yerleri belirlemişti. Takımın tutanından atanına kadar yaptığı değişiklikler olağanüstü başarılıydı. Ha rakip 20. dakikada 10 kişi kaldı diyenler olabilir, fakat biz de diyoruz ki; o onların sorunu, kalmasalardı! Bir maç aradan sonra emaneti devralan, Mert’ler den kaleci olanı, olağanüstü iki refleksle maçın henüz başında geriye düşmemizi önlerken, ilk maçta golü de olan diğer Mert, biraz da ürkek başladığı oyunun ilerleyen bölümlerinde kusursuz oynadı. Portekiz maçının “günah keçisi” Samet ilk defa ikili oynadığı Merih’le tam uyum içindeydi. Ferdi için artık söylenecek fazla bir şey yok; onun yolu açık… İsmail ve Salih savunmanın önünde sigorta görevi görürken, Barış ve Kenan, Arda’nın da katkısıyla deli fişek gibi yıldırım ataklara imza atıyorlardı. “İyi futbolcu normal oynarsa kötü görünür” derdi Fikret (Çeliktaş) Hocam (kulaklarını bir kez daha çınlatalım). Arda’nın sanki bu maçtaki tarifi bu idi! Takım kaptanı Hakan, her zaman olduğu gibi sakin ve klastı, attığı gol öncesi bizler ekran başında “Ah be Kenan” derken, nasıl da işi bitirdi… İlk maçın ilk 11’inde sahaya çıkan Kaan, 46’da formasına tekrar kavuşurken Okay 63’te takviye kuvvet olarak sahadaki yerini aldı. Cenk ve Kerem’in oyuna giriş tabelaları kalktığı zaman anladık ki vurucu tim iş başında! Zira 1-1 giden oyun her an tehlike demek, “ya herro ya merro” demenin tam da zamanı… Nitekim 90+4’te Cenk’in olağanüstü golü Çekler için “The End” anlamına geliyor! Orkun taktik gereği son bölümde yerini alırken, hakemin nihai düdüğünü bekliyoruz artık. Hakem demişken birkaç kelime etmek gerekirse; fena maç yönetmedi, ama yediğimiz golde (en azından) bir inceleme isteyebilirdi deyip noktalayalım! Kartlarıyla (19 sarı, 2 kırmızı) gerilimi ile golleri ile tarihe geçen bir maç sona eriyor. Bu arada, Gürcistan galibiyetini hafife alan, “Gürcistan hiç de fena bir takım değil.” dediğimizde abartılı bulanlar olmuş olabilir. Gürcistan’ın Portekiz’i yenerek yoluna devam etmiş olması öngörülerimizi haklı çıkaran bir diğer unsur olarak göze çarpmış oldu. Sonuç olarak;  “Onlar ermiş muradına…” Bir hayalimiz var hep söylediğimiz; “Bekle bizi Berlin…”

Whatsapp Görsel 2024 06 30 Saat 09.34.07 6E354D0D

DİPNOT 1: Maçın spikeri ve TRT’ye bir çift sözümüz var: Bu kadar klişe kelime ve cümleyi bize zoraki dinleten, Türkçeyi bu derece katleden ey spiker kardeşim, sözümüz senden çok devletin kurumu TRT ve yöneticilerine. Özel kanallar olsa belki su götürür diyeceğiz ama burası halkın vergisiyle ayakta duran bir kamu kurumu. Kendisinden hesap soran olmadığını bildiği için bu kadar fütursuz, bu durumun başka bir açıklaması yok…

DİPNOT 2: Sıradaki rakibimiz Avusturya, bu takımla oynadığımız en son maç 1-6 aleyhimize bitmişti. Bu Avusturya bizi yine “5 lik yapar diyenler var”,  “1-6 nın intikamı” olarak görenler de. Her iki düşünce de doğru değil, o maçın dinamikleri ve stratejisi ile önümüzdeki maç tamamen bir birinden bağımsız. Dolayısıyla, ritmini bulan takımımızın bu maçtan ’da zaferle ayrılacağından hiç şüphemizin olmadığını söylemek durumundayız…

DİPNOT 3: Gazi koşusu; Türk atçılığının en prestijli yarışı, atçılığımızın derbisi. Tüm at yetiştiricilerinin en büyük rüyası bu yarışta atının koşması,, bütün jokeylerin hayali  bu koşuda at binebilmek… Cumhuriyetimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal adına düzenlenen ve 30 Haziran günü (kesintisiz olarak) 98.  İstanbul Veliefendi Hipodromunda koşulacak olan ve dünya durdukça devam edecek olan bu anlamlı koşu başlamadan önce yazımızı yazı işlerine teslim etmiş olacağız, dolayısıyla yarışın sonucu ve yarışla ilgili teferruatlı yazımız inşallah haftaya…

NOT 1: 2 Temmuz; İçimizde hiç dinmeyen acının yıldönümü. Şahsım da dâhil olmak üzere travmasını yaşadığımız, hepimizin üzerinde ayrı ayrı hikâyesi olan tarifsiz kederin yıldönümü. Aradan geçen on yılların küllendiremediği ateşin yıldönümü. Hayatını kaybedenleri anıyoruz; ruhları şad olsun. Umarız ve dileriz bir daha böyle acı yaşamayız…

NOT 2: Yunus Nadi (Abalıoğlu); Dünyanın en haklı, en onurlu, en meşakkatli “Kurtuluş Savaşı’nın” basın kahramanı. Aynı Sedat Simavi, Falih Rıfkı Atay, Halide Edip, Ali Naci Karacan, Yakup Kadri ve daha birçok kahraman gibi “Milli Mücadele Basını” mensubu, Cumhuriyet Gazetesi’nin kurucusu. Başyazılarının çoğunu “düşman yıkılmalıdır, yıkılacaktır” diye bitiren kahramanı, 28 Haziran vefatının 79. yılında anıyoruz. Saygıyla, rahmetle…

NOT 3: Şemsettin Sami; Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı ilk Türkçe romanımızın yazarı, yaşadığı devrin büyük entelektüeli.  6-7 dili ana dili gibi konuşan bir münevver, aynı zamanda Galatasaray Kulübü kurucu başkanı Ali Sami’nin (Yen) babası. (oğlunun aksine, kendisi spordan hoşlanmaz)  Oturduğu konağı satın alanların, eşyalarını 24 saat içinde karşı caminin bahçesine yığmasının acısını yüreğinde yaşayan bir insan. 1 Temmuz 120. vefat yıldönümünde saygıyla, rahmetle anıyoruz. Ruhu şad olsun…

FİLM: Baba (The Godfather). Yönetmen: Francis Ford Coppola. Başrollerde: Marlon Brando (1 Temmuz vefatının 20. yıldönümü anısına), Al Pacino. Yapım Yılı: 1972.

Mario Puzo’nun aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan, gişe rekorları kıran, üç dalda Oscar ödüllü bir beyazperde şaheseri.

ROMAN: Büyük Kapatılma – Michel Foucault. (25 Haziran vefatının 40. yıldönümü anısına)

17. Yüzyıl Avrupa’sında, İspanya ekonomik krizinin de etkisiyle gelişen sosyo-ekonomik sıkıntılar ve bu sıkıntılardan muzdarip insanların top yekûn bir yerlere kapatılması. Genel Hastane (Hôpital général) denilen bu yerlere atılan çeşitli toplum gruplarından yüzbinlerce insanın dramı…

 

ŞİİR: Bir Ölünün Ağzından- Cahit Sıtkı Tarancı (Yedek subay Öğretmen Osman Kaya arşivinden)

Kabrime çiçek getirenlere gülerim;

Gafil kişilermiş şu insanlar vesselâm;

Bilmezler ki, bu kabirle yoktur alâkam;

Ben o çiçeklerdeyim, ben o çiçeklerim.

 

YANLIŞ: Ahpap

DOĞRU: Ahbap

 

GÜNÜN SÖZÜ: Nazi Almanya’sından papaz Martin Niemöller’in günlüğünden: “Önce sosyalistleri aldılar sesimi çıkarmadım, çünkü sosyalist değildim. Sonra sendikacıları aldılar sesimi çıkarmadım, çünkü sendikacı değildim. Sonra Yahudileri aldılar sesimi çıkarmadım, çünkü Yahudi değildim. Beni almaya geldiklerinde sesini çıkaracak kimse kalmamıştı.”

OYUN: “Kedilerle oynamaya kalkan tırmıklanmayı göze almalı.” Miguel de Cervantes

ARZUHAL: “Arzu, beklemeyeni beklemektir.” Jacques Derrida

NORMAL-ANORMAL: “Belki de hepimiz yabancıyız, hepimiz sadece bir efsaneden ibaret olan ıssızlığında kendi sıra dışı yolumuzda ilerliyoruz.” Anne Rice

İNSAN ÜZERİNE: Kedilerle maymunlar- maymunlarla kediler- alın size insan hayatı!” Henry James

ÜTOPYA: “Bugünlerde maalesef ütopyanın öldüğünü, her tür ütopyacılığın totalitarizm ve felakete yol açmasının kaçınılmaz olduğunu beyan etmek pek moda oldu… “Alternatif yoktur.” Margaret Thatcher’ın bu cümleyi ne denli sık ve nasıl bir siyasal etki yaratarak kullandığını hatırlıyorum. Dalıp gidiyorum.  “Alternatif yok, alternatif yok, alternatif yok” diye zihnimde çınlıyor. Vura vura uyutuyor beni ve huzursuzluk rüyalarımda bir sürü ütopik figür karabasan gibi geri geliyor. David Harvey/ Umut Mekânları

RÜYA: “Rüyalar şiir ve efsanelerden oluşan parlak yaratıklardır, gece olduğunda yeryüzüne düşer ve günün ilk ışıklarıyla eriyip giderler.” Charles Dickens

YALAN:Bir yalanı yutarsanız, peşinden gelen her şeyi de yutmak zorunda kalırsınız.” R. W. Emerson

DELİ: “Bireysel delilik toplumsal deliliğin sonuçlarına karşı bağışıktır.” Aldous Huxley

HAYAT-MEMAT: “Ölümsüzleştirme gayreti, yaşayanı daha baştan, vadesi dolmadan öldürüyor.” Bülent Somay

SADî-İ ŞİRAZİ’DEN: Paslı bir demirin pasını cila ile gidermek mümkün değildir. Kara kalpli bir kimseye dert anlatmanın ne faydası vardır? Demir çivi taşa girer ve taşı deler mi?

TEBESSÜM: Sultan 2. Mahmut zamanında yaşamış olan bir adam “Münasebetsiz Mehmet Efendi”. Ona yakıştırılan “unvan” git-gel padişahın kulağına kadar gider, merak eder padişah; “Çağırın şu adamı bir de ben göreyim.” Alır getirirler huzura, padişah sorar; “Neden böyle diyorlar sana Mehmet Efendi, anlat bakalım, biz de öğrenelim.” Mehmet Efendi mahcup, bilmiyorum ki efendim der başını öne eğer. Birkaç saniye geçer geçmez usul usul kafasını kaldırır ve şöyle der padişaha; “Efendim, muhterem babanız zurna çalar mıydı?” 1 Temmuz 1839’da vefat eden 30. Osmanlı padişahı Sultan 2. Mahmut anısına. Ruhu şâd olsun…