Yağan yağmurun sesini dinliyorum ve bir müzik çalıyor arka planda.

“Keklik dağlarda çağılar,

Yavrum diye diye ağlar,

Günden güne yansa dağlar,

Ağlarım ben kekliğime.”

Keklik, sülüngiller ailesine mensup bir kuş. Gövdesi esmer ve kızıl, yanakları ve gerdanı pas rengi... Alnındaki siyah bant gözlerinden geçerek yanaklardan aşağıya inip gerdanlık biçiminde sonuçlanmış. Bazılarının göğüs kısmında at nalı şeklinde kahverengi bir leke bulunuyor. Gaga ve ayaklar gri veya kırmızı, parmakları çıplak... Ülkemizin hemen her yöresinde kekliğe rastlanıyor. Boz keklik, çil keklik, beyaz keklik, kum kekliği, Şam kekliği gibi türleri var. Halkımız, kırmızı kekliğe taş kekliği, kınalı keklik ise dağ kekliği adını vermiş. En tanınmış türleri de bu ikisi. Kınalı kekliğin sırtı gri kahverengi, gerdanı beyaz, gerdan çevresi siyah ve şeritli alın çizgisi, gaga ile göz arası siyah, gaga ve ayakları kırmızıdır.

Folklorumuzda, sözlü anlatımlarımızda, sık sık konu edilen keklik; bazen kavuşulamayan bir sevgiliye, hasreti çekilen bir yavruya benzetilmiştir.

Karacaoğlan bir dörtlüğünde; "Üçü uzun boylu gözlerin süzer / Üçü orta boylu zülfünü düzer / Dedim akça ceyran gölde ne gezer / Al kınalı keklik indi pınara"

Derken yine bir başka şiirinin mısralarında;

"Güvercin duruşlu keklik sekişli / Kıl ördek boyunlu ceren bakışlı / Tavus kuşu gibi göğsü nakışlı / Şöyle bir güzel ver gönül eğleyim"

diye ifade ediyor.

            Halk şairleri, günümüz edebiyatçıları keklik motifine şiirlerinde sık sık yer veriyor.

Sezai Karakoç;

Köşelerde keklik gibi bakıp duran saksılar,

Halıları öpe öpe nakış yapar nakış gibi ayaklar,

Siz söyleyin insan seve seve ölmezde ne yapar,

Köşelerde keklik gibi bakıp duran saksılar.

dizeleriyle, bir cami içerisinde özlenen, beklenen ve usulca secdeye varan bir Müslümanı tasvir ediyor.

“İki keklik bir kayada ötüşür” türküsünü dinlerken, acıklı bir hikâyede buluveriyoruz kendimizi;

Balıkesir'e bağlı Edremit ilçesinin, Güre köyünün halkından kahveci Mehmet Şevket Efendi'nin karısı Şöhret Hanım tarafından oğluna yazılmış bir türküdür. Şöhret Hanım, zamanın zenginlerinden olduğu için zeytin toplamaya giderken cam topuklu ve rugan ayakkabılar giyermiş. Elbiseleri de oldukça güzel ve diğer köylülerden farklıymış. Oğulları Zekeriya, Sarıkamış'a, Enver Paşa komutasında askerliğini yapmaya gitmiştir. Bu sırada ortam karlı olduğu için yol almak amaçlı karları teperlermiş. Zekeriya, kar teperlerken kar kuyusuna düşüp şehit olmuştur. Şöhret Hanım da ovada kekliklerle söyleşirken bu kötü haberi almıştır. Keklikler öterken Şöhret Hanım da oğlunun acısı ile bu türküyü yazmıştır.

Keklik dağlarda çağılar, şarkısında açlıktan bitap düşmüş kızına et götürmeye çalışan bir avcıyı hatırlıyoruz.

Avcı Hasan yöresinde bir kıza gönlünü kaptırır ve evlenir. Yıllar geçer ve o ülkede kıtlık başlar. Geçim sıkıntısı çekerken aile, müjdeli bir haber alır. Dünyalar güzeli bir kızları doğar, fakat avcı Hasan’ın hanımı yorgun ve güçsüz düşer. Kızına ve Hasan’a veda eder. Hasan binbir çabayla eşinin emaneti, yavrusunu yetiştirmeye gayret eder. Yemez yedirir, giymez giydirir. Bebek büyür, tatlı bir çocuk olur. Hasan Kızına et yedirmek ister. Vurur kendisini dağlara. Keklik arar. Dağların tepesinde, üç gün üç gece dolaşır. Ve bir gün çalıların arasından zayıf bir keklik sesi gelir. Hasan sevinir ve kekliği avlamaya koyulur. Hemen düşen kekliğin yanına gider ve hayal kırıklığına uğrar. Yere düşen, cılız, zayıf keklik yavrusuymuş. Hasan çok ama çok üzülür. Gerisin geri gözü hiçbir şey görmeden evin yolunu tutar. Kapıyı çalar, çalar. Tekrar tekrar kulağı kızının sesini arar. Pencereden bakar, kızı görünmüyor, kapıyı açınca yavrusunun da vefat ettiğine şahitlik eder. Kulağında sürekli yavru kekliğin sesi. Hasan vurur dağlara kendini.

Keklik bizden uzaklaştı,

Yolumuz sarpa dolaştı,

Hünkâr kalesini aştı,

Belki yavrusuna kavuştu.

Faruk Nafiz Çamlıbel şairimize ait bu eser bestelenip dillerden dillere dolaşmıştır.