Bir günümüz bir günümüzü tutmuyor, bazen ağlıyoruz, bir an geliyor ki gülmekten yerlere yatıyoruz.
Fakat insanoğlu itidalli olmalı, hikmet ehli büyüklerimizin dediği gibi aşırı gülmek kalbi karartır. Sürekli gözyaşı da ruh sağlığımızı etkileyebilir. Dengede olmak gerekiyor. Yunus Emre hazretlerinin ilahisini her gün dinlerim,
Hak bir gönül verdi bana
Hâ demeden hayrân olur
Bir dem gelir şâdân olur
Bir dem gelir giryân olur
Bir dem sanasın kış gibi
Şol zemheri olmuş gibi
Bir dem beşâretden doğar
Hoş bâğ ile bostân olur.
Bugün görme engelli dostlarımızın başından geçen fıkra tadında olayları sizinle paylaşmak istiyorum. Bunu ara ara yapıyorum.
“İzmir’de bir görme engelli arkadaşın canı midye dolma istemiş, etrafındaki midye dolmacısının sesine kulak kabartmış ama nerede olduğunu fark edememiş. Yanından geçen vatandaşa;
-Beyefendi bakar mısınız? Burada bir midye dolmacısı sesi duyuyorum, çağırır mısınız?” Vatandaş cevap vermiş; “Hayır çağıramam.”
Bizim görme engelli, “Ne var seslenseniz?”
Vatandaş; “Efendim çağırsam da gelmez ki”
Görme engelli; “Neden?”
Vatandaş; “Ben zabıtayım. Onlar benden kaçar.”
Ankara’da görme engellilere yol gösteren kılavuz çizgiler yeni yeni yapılmaya başlanmış, bizim görme engellilerde bir öz güven sormayın gitsin. Kaldırımlarda özgürce bu yol benim der gibi hızlı şekilde yürüyorlar. Günlerden bir gün bizim görme engelli vatandaş sarı yüzey çizgilerden bastonuyla hızla ilerlerken bir kadına çarpıyor. Teyzemiz neye uğradığını şaşırıyor ve ağzından şu cümleler dökülüyor. “Anam şu sarı kabartma çizgiler yapılalı beri körler gudurdu, gudurdu.”
Albert Einstein, arkadaşları evine geldiğinde coşar, onlara bir şeyler anlatır, şakalar yaparmış. Eve sıkça gelen misafir bir şey fark etmiş. Einstein ne zaman hikâye, fıkra anlatsa, şakalar yapmaya başlasa, eşi hemen yün örgüsünü eline alır, örmeye başlarmış. Bu durumu çok merak eden adam, bir gün Bayan Einstein’a neden böyle yaptığını sormuş. Bayan Einstein; “Ben onun anlattığı hikâye, fıkra ve şakaları defalarca duydum. Aynı şeyleri duymaktan sıkılıyor ve huzursuzlanıyorum. Ancak bu hâlimi göstermek kabalık olacağı için kendimi işe veriyorum, işe dalınca huzursuzluğum nispeten azalıyor.”
Can sıkıntısı huzursuzluk oluşturur. Huzursuzluk çok rahatsız edici bir duygu olduğu için insanlar derhâl ondan kurtulmak isterler.
Yavan, bayat espriler yapan, sevimsiz konuşan, karamsarlık yayan insanları dinlemek zorunda kalanlar, sıkılırlar ve huzursuz olurlar. Bu durumdaki insanın iki seçeneği vardır. Birincisi huzursuzluktan kaçınmak için ortamı değiştirmek, bir işle meşgul olup dikkatini başka yere yönlendirmek veya konuşanı susturmak, ikincisi ayıp olur diyerek katlanmak. Huzursuzluğu yaşayan beden, katlanmak isteyen zihindir. Zihin kurnaz davranır, ona göre, ‘olması gereken’ yapılmalıdır. Zihin, ‘Katlanmayıp düşman kazanmaktansa, katlanıp dost kalmak daha yararlıdır,’ diye hesap eder. Hesap mantıklı görünür ama huzursuzluğu yaşamanın maliyeti göz ardı edilmiş olur.
Zihin ‘yarar’ uğruna; sıkıldığını, huzursuz olduğunu gizlemeyi yeğler ve bunu becerir. Beden böyle bir şey bilmez. Beden huzursuz olduğunda bunu muhakkak belli eder. Bu yüzden beden asla yalan söylemez derler.
Bu durumda insan yalan nedir bilmeyen bedenine göre mi, yoksa duruma göre hareket eden zihnine göre mi davranmalıdır? Sosyal ilişkileri sürdürmek, yararları ve çıkarları gözetmek, toplumun onayını kazanmak için doğrusu zihnin kurnazlığına ihtiyaç vardır. Sağlıklı olmak, huzurlu olmak için de bedenin uyarıları dikkate alınmalıdır. Hani derler ya, ‘Köpeğin önüne ot, eşeğin önüne kemik atmayacaksın,’ tıpkı o hesap, zihni gerektiği yerde gerektiği kadar kullanmak, bedeni de ihmal etmemek gerekir. Zihne uyup bedenin uyarılarını dikkate almayanın, deva bulmaz hastalığa yakalanma ihtimali hiç de az değildir. Hâl böyle olunca; kimi yarar, toplumsal onay için kendini harcamayı, kimi de bedenin uyarılarını dikkate alıp huzurlu olmayı tercih eder.
Yüzümüzden tebessüm eksik olmasın efendim.