Kıymetli dostlarım,
Umarım afiyettesinizdir. Yazmaya alışmış birisi olarak her hafta yazı yazmaz isem eğer, bir garip geliyor bana; kendimi suçlu hissediyor, bir işimi ya da görevimi yerine getirmemiş olmamın sıkıntısını yaşıyorum. Yalnız, yazı yazabilmem için de mutlaka okumam gerektiğini düşünenlerdenim, zira yazdığınız zaman belki sizden bir şey eksik olmuyor, okuyanlar ise yeni bir bilgiye ve fikre, yeni bir bakışa sahip oluyorlar, ancak yazdığınız ve paylaştığınız bilgi, hikâye, kıssa, vak’a, fıkra vb. gibi şeyler eskiyor. Belki bazıları durdukça, okundukça, paylaşıldıkça daha da önemli, daha da okunur hale geliyor; her okuyuşta belki farklı bir yönünü keşfediyoruz, ancak bir taraftan da Mevlana’nın dediği gibi yeni bir şeyler söylememiz gerekiyor. Çünkü kâinat ve içerisindeki her şey hareket halindeyken ve bazıları da değişirken bizim sabit kalmamız ve insanlığın hayrına olacak, fıtrata uygun olacak değişimlere ayak uydurmamamız doğru olmuyor. 8 yıl kaldığım çocukluğumun geçtiği ilkokul okuduğum yer olan Niğde’de güneydoğunun  herhangi bir vilayetinde çay ocaklarında veya kahvehanelerde çay içecek olsanız dahi mutlaka yanında bir bardak da su getirirler. Hani kahvenin yanında getirilen suya alışığızdır çoğumuz, zira kahveyi yudumlamadan önce suyu içmemiz ve biraz sonra içeceğimiz kahvenin küçük parçalarının mide çeperimize/duvarımıza yapışmasına mani olmak için bunu yapmamız elzemdir. Fakat kahveden sonra su içmek ise uygun görülmez, çünkü kahvenin ağzımızda ve damağımızda bıraktığı o güzel aroma ve tadın devam etmesi beklenir, halbuki su içilecek olursa o lezzet ortadan kalkacaktır. Çayın yanına su getirilmesinin esbab-ı mucibesi ise çay ve kahve gibi içecekler vücuttaki suyu eksiltecekleri ve muhtemelen idrar ile atılmasını sağlayacakları için vücudun su dengesini koruması uğruna çaya başlamadan önce su içilmesi münasip görülür. Yazmadan önce okumamız gerektiği konusu ise aynen çay içmeden su içmek gibi bir şeydir. Son günlerde istediğim gibi ve beklediğim kadar okuyamamış olmamın pek çok sebebi bulunuyor, hatta “mazeret aranırsa mutlaka bulunur” sözü hatırıma geliyor. Hatırıma gelen başka bir şey ise şu: Bir zaman bizler çocuklarımızın küçücük ellerinden tutuyor, onlara uyanıkken ya da uyumadan önce hikâyeler okuyor, okuma çağına gelince okumaları için hikâye-masal kitapları, romanlar, denemeler, piyesler alıyor ve onların bilgi sahibi olmalarına, kendilerini inşa etmelerine, etraflarında olan bitenlerin farkına varmalarına, olayları daha sağlıklı değerlendirmelerine yardımcı oluyoruz ya, aynen onun gibi, bizler de kemal çağına ulaştığımızda, hatta hayat denilen yokuş yolun iniş tarafına eriştiğimizde, işimizin çoğaldığı ve hepsine yetişme gücümüzün kalmadığı demlerde de onlar bizim imdadımıza yetişiyorlar. Görmediklerimizi, duymadıklarımızı, okumadıklarımızı, seyretmediklerimizi, bakmadıklarımızı bize söylüyorlar, alıyorlar, seyrettiriyorlar, baktırıyorlar. Bunu çocuklarımız da, öğrencilerimiz de, arkadaş ve dostlarımız da yapıyorlar sağ olsunlar. Aslında bizler birilerine bir şeyler öğretirken ya da öğrenmelerine yardımcı olurken kendimize yatırım yapıyoruz. yurt içinden ya da yurt dışından akraba, arkadaş ve dostlarım bir şeyler gönderiyorlar ve benim bilgi sahibi olmama, bilgimi genişletmeme yardımcı oluyorlar. Bu durum benim çok hoşuma gidiyor, yeni bir şey öğrendikçe çocuk gibi seviniyorum ve belki duymamışlardır diye hemen paylaşıyorum onları. Bu “Bir Adam Girdi Şehre Koşarak” oluyor, “Bakele” oluyor, “Küçük Prens” oluyor, “Sütsüz Kahve” oluyor, “Avukat Petroçelli” oluyor, emekli bir öğretmenin yaşadıkları oluyor vesaire. Şimdi bir dostumun bana okumam için tavsiye ettiği “Posta Kutusundaki Mızıka” adlı kitabın 29. baskısını okuyorum. Hastanede kaldığım dokuz gün, kendimi dinlemem ve okumam yönünde bana kapı araladı. Bu kitabın 12. mektubundan bir parçayı siz kıymetli okuyucularımızla paylaşmak istiyorum.
“Sevgili Dost,
Bu sabah kuş sesleriyle uyandım. Ne güzel değil mi? Hayır, güzel değil! Açık penceremden ok gibi dalıp yastığıma saplanan karga sesleriydi. Kuş sesleri dediğimde aklına asla karganın gelmediğini biliyorum. Bu, karganın da bir kuş türü olduğunu bilmeyişinden değil, karganın türünün en önemli özelliği olan güzel bir ötüşten mahrum oluşundan elbette. Yüzümü yıkarken, acaba diyordum; acaba türümüzün en önemli özelliklerini taşıyor muyuz? Hareketlerimiz ve sözlerimiz nerelere saplanıyor? Acaba ‘insan’ denince hatırlanıyor muyuz?” 
Bunu düşündüm, insan olabilmek, insan kalabilmek ve insan ölebilmek kolay değil. O yüzden aklıma bir sürü fikir ve karga ile ilgili türkü, şiir ve hikâyeler hücum ediyor. Rahmetli Neşet Ertaş’ın:

“İnsanlar kendini bilebilseydi,
Dünyada haksızlık kavga olmazdı.
İnsan doğan gine insan ölseydi,
Belki de dünyada hayvan kalmazdı”

ve

“Yar hoyrata tatlı kelam eyleme,
Hoyrat olan dil kıymeti bilemez.
Kargayı bağına koyup eğleme,
Karga olan gül kıymeti bilemez” diye devam eden türküleri geliyor. Daha sonra Şair Eşref’in:

“Çalışsa bin sene bülbül gibi karga, fasih olmaz.
Balonla asumana çıksa bir âdem Mesih olmaz.
Müebbettir, silinmez nakş-ı te’siratı vicdanın,
Beraat etse de mücrim, derunu müsterih olmaz” şeklindeki şiiri sıraya giriyor.

Yine internetin bilgilenme amaçlı kullanıldığı dönemlere ait bir dostumun gönderdiği karga ile ilgili güzel bir hikâye. Güzellik vurgusu burada hikâyeye, kargaya değil. Nedense bizler görünüşteki güzelliği ve sesteki ahengi bülbüle atfederiz, karganın hem görüntüsünü hem de sesini çirkin buluruz. Hatta birçoğumuz karganın ötüşünden huylandığı gibi, kendisinden de ürperti duyarlar. Kargaların insanlara hücum edişi ile ilgili bir Hollywood filmi geliyor hatırıma. Bayağı ürkütücüydü. aptal diyoruz kargalara… Oysa karga da güzel bir hayvan ve üstelik hiç de aptal değil hikâyedeki gibi, nedense biz onu hem çirkin hem de aptal olarak öğrenmişiz ve görmüşüz. Peygamberimiz(sav), ölmüş bir köpeğin ağzındaki dişleri göstererek, yaratanın sanatının ne kadar da mükemmel olduğuna işaret etmişti hâlbuki. Kargalar olmazsa leşleri kimlerin temizleyeceğini düşünmeyiz çoğu zaman. Her birinin ve her birimizin görevleri var. Neyse uzun yazmayacağıma dair bir kararım olduğundan bu sohbeti güzel bir karga hikâyesiyle sonlandırayım, hem de bu defa bu güzelliği sadece hikâyeye değil, karganın kendisine de atfederek:

“O bir karga!
 
80’ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen -45 yaşında ve saygın bir işi olan- oğlu salonda oturuyorlardı. Hal-hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sohbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti. O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Yaşlı baba kargaya gülümseyerek biraz baktıktan sonra oğluna sordu: 
-'Bu ne oğlum?' 
Oğlu şaşkın, cevapladı: 
-'O bir karga baba.'
Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu: 
-'Bu ne oğlum?'
Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı: 
-'Baba, o bir karga'....
Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu: 
-'Bu ne?'
Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü: 
-'O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun?'
Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti:
-'Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?'
 Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hatıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu.
 Sevgiyle gülümsemeye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi.
 'Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanı başımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu.' 
  
'Rabbin, sadece kendisine kulluk etmenizi, ana-babanıza iyi davranmanızı kesin olarak emretti.
 Eğer onlardan biri, ya da her ikisi senin yanında ihtiyarlık çağına ulaşırsa, sakın onlara 'öf' bile deme; onları azarlama; onlara tatlı ve güzel söz söyle.' (İsra, 23).

Baki selam ve muhabbetle dostlarım.