“Kendisinin öğretmeni ve eğitmeni olan kişi başkalarına öğretmenlik ve eğitmenlik yapandan daha çok saygı ve değere layıktır.” İbn-ül mukaffa
Öğretmenlik; kör bir çocuğa kaşık tutmayı, kalem tutmayı, okuyup yazmayı herkesle aynı ortamı paylaşabilmeyi öğretmektir. Öğretmenlik, engelli olmayanlardan oluşan kırk kişilik sınıfta bir kör çocuğa bıkmadan usanmadan tahtayı okuyabilmektir. Öğretmenlik; bir coğrafya dersini betimleyebilmek için dağ, ova, ağaç, çiçek olabilmektir. Öğretmenlik, kendisine soru üstüne soru soran göremeyen bir çocuğu asla geri çevirmemektir. Öğretmenlik; yatılı bir okulda okuyan kör bir çocuğu engelli olmayanlar gibi alışverişe göndermek, tüm sorumluluğu korkusuzca üzerine alabilmektir. Öğretmenlik; yapamazsın diyenlerin karşısında dimdik durmak, en büyük motivasyon kaynağı olabilmektir.
Okulların açıldığı günlerde, öğretmenler günlerinde gözüm dolar, çocukluk anılarıma seyahat ederim. 1993 yılı ve ilkokul birinci sınıfa başladığım hatıralar aklımda beliriverir. 7 yaşındayım, babamdan ayrılamıyorum. Yatılı okul ne demek onu bile bilmiyorum. Okul idaresi izin veriyor birkaç gün babamla Niğde’de kalıyorum. Gözümü dört açıp babamı kolluyorum. Beni bırakıp gitmesin diye uyanık kalmaya çalışıyorum. Babam kısa süre dalgınlığımdan yararlanarak yanımdan uzaklaşıyor. Okul müdürümüz Yunus Çelikbaş hocamızın yanına giderek; “Ben çocuğumu okutmayacağım, onu tekrar memlekete götüreceğim” cümlesini kuruyor. Müdürümüz Yunus hocama rahmet olsun, babama dönerek kaşlarını çatıyor, “Götüreceksin de sen bu çocuğu dilenci mi yapacaksın? Şimdi okuldan git, bir ay gelme” sözleriyle babamı kovuyor. Babam dediğini yapıyor ama ben de birkaç hafta kendime gelemiyorum. Fakat okumalıydım. Yunus hocam haklıydı. Tüm ayrılık acılarına rağmen, gurbet ve yalnızlığa rağmen okumalıydım. 7 yaşımdan bugüne kadar sürecek şehirden şehre seyahatlerim başlamıştı. Eğitim hayatımda babacan diyebileceğimiz, bizi bağırlarına basan öğretmenlerimiz de olmuştu, daha birinci sınıfta okumayı sevmiyorum, sürekli yazı yazmak istiyorum diye beni şiddetle döven öğretmenlerimiz de olmuştu.
Doymadığım için bir çeyrek ekmek fazla almak istedim diye beni, üzerinde leke var diye kandırıp yanına çağıran, sonra da hiç unutmayacağım şiddeti yaşatan öğretmenim de oldu.
Faydalı bilgilerle de donandık. 8 yaşımızda kendi çamaşırlarımızı kendimiz yıkamayı öğrendik, elbiselerimizi düzgünce dolaplarımıza yerleştirmeyi, yatağımızı jilet gibi düzeltmeyi, elbiselerimizin sökük, yırtıklarını dikmeyi öğrendik. Gömleklerimizi ütülemeyi, iyi derecede baston kullanmayı, bağımsız hareket becerilerini iyi düzeyde kavradık. Görenlerin kullandığı f klavye daktiloyu on parmak hızlı biçimde yazmayı öğrendik.
Bilgisayarlar hayatımıza yeni yeni giriyordu, bilgisayarlara merak saldım, ileride öğrencilerime görme engellilerin kullandığı ekran okuyuculu bilgisayarları öğretecektim. Yılmadan, usanmadan çalışacağıma kendime söz verdim.
Ben öğretmen olacaktım. Kararlarım avukatlık ve psikoloji bölümü etrafında savrulsa da engelli öğrencileri için canını verebilecek kadar onlarla ilgilenen öğretmen olmalıydım. Bakıp gören, görünce hisseden, göremese de gözlerim ben bir öğretmenim diye şiir yazabilecek kadar öğretmen olacaktım.
Kuramasam da göz teması öğrencilerimle,
Hissederim yaşadıklarımı her bir hücremle,
Onlar üzülünce gözlerim dolar nemle,
Göremese de gözlerim ben bir öğretmenim.
Tüm öğretmenlerimize selam olsun. Yaşı ve tecrübesiyle bizlere ışık tutan öğretmenlerimizin ellerinden öpüyoruz.
Selman DEVECİOĞLU