Türk-İslam medeniyeti engelli vatandaşların yanında olmuş, onların sosyalleşmesi
için elinden geleni yapmıştır. Tarihimizi incelediğimizde birçok engellinin
başarılı işlere imza attığına şahit olmuşuzdur.
Ancak her toplumda görülebildiği gibi Osmanlı devletinde de dilencilik yaparak,
yardım isteyerek hayatını idame ettirmeye çalışanları görmekteyiz. Bu
topluluklar kasidiciler, sebilciler, mezarlık çevresinde dilenen iskatçılar, bir
mayıstan kışa kadar ellerinde bir kabakla dilenen kabakçılar ve yazımıza konu
olacak olan goygoycular olarak anılmışlardı. Goygoy kelimesi Türk Dil Kurumuna
göre, bilgisiz olarak çok konuşan kimse, şakşakçı anlamlarına gelmektedir.
Osmanlı devletinde ise Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra İstanbul’da
görülmeye başlayan, Muharrem ayının ilk 12 günü ortaya çıkan, kendilerine
hoygoycu (goygoycu) denilen bir topluluk meydana gelmişti. Goygoycular
genellikle Anadolu’dan gelip, İstanbul’da Şehzadebaşı’nda Tabhane denilen vakıf
binasında konaklayan kör ve topallardan oluşuyordu. Muharrem ayının girmesiyle
birlikte önlerine gözü açık yürüme engelli bir rehber alırlar, buna da yedekçi
adını vererek şehrin sokaklarına dağılırlardı. Birbirlerinin birer adım
arkasında ve öndekinin sol omzuna tutunarak altışar kişilik gruplar hâlinde
dolaşırlardı. Şehir halkı tarafından yiyecek ihtiyaçlarını karşılamak, helva,
aşure gibi yiyecek yapmak üzere verilen erzakı omuzlarında taşıdıkları
ortasından bölünmüş iki taraflı ve iki ağzı olan torbalara koyarlardı. Bu
erzaklar torbaları
n gözüne şu şekilde yerleştirilirdi. İlk iki göze yağ; üçüncü ve dördüncü
gözlere pirinç, bulgur; beşinci, altıncı gözlere un, irmik; yedinci, sekizinci
gözlere şeker, sabun; dokuzuncu, onuncu gözlere, mercimek, fasulye; son iki göze
ise tarhana, çay ve kahve konurdu. Goygoycular ayrıca sadaka olarak para da
alırlardı. İçlerinden bazılarının fazla erzakları pazarda sattığı da görülürdü.
Başlarına taktıkları külahlara ince beyaz yemeni sarar, sırtlarına ise ince
beyaz cübbe alır, ayaklarına sarı papuç giyerek, ellerinde uzun bir asa ile
dolaşırlardı. Bunlar sokak sokak gezerken, Peygamber Efendimizin torunları Hasan
ve Hüseyin’in Kerbelâ’da şehit edilmesini konu alan ilahiler okurlar, her
kıtanın sonunda ise, hey kaygulu canım nakaratını koro hâlinde söylerlerdi. Bu
mısra zamanla, ya goy goy canım şeklini almıştır. Bu sebeple halk bu topluluğa
goygoycular adını vermiştir. Tahirü’l-Mevlevi Hazretleri “Mahfel” dergisinde
yayımladığı makalesinde goygoyun el-hayyü’l-kayyum’dan bozularak ortaya
çıktığını söylüyor. Goygoycular bir sokağın başına gelince, halka olup durur,
başlarındaki rehber, Allah Allah bir Allah diyerek gülbank çeker, diğerleri de
bir ağızdan hu diyerek karşılık verirlerdi. Evin kapısı açılıp, aşurelik
malzemeler verilince gülbank kesilip duaya geçilirdi. Söyledikleri ilahiler;
“Kerbelâ’nın yazıları, şehit olmuş gazileri. Kerbelâ’nın kuzuları, Hasan ile
Hüseyin’dir.
Kerbelâ’nın ta içinde, nur balkır siyah saçında. Yatır al kanlar içinde, Hasan
ile Hüseyin’dir.” Ayrıca Yunus Emre’nin şol cennetin ırmakları ilahisi
goygoycuların sıkça söyledikleri ilahilerindendir. Goygoycu dervişler
topladıkları malzemeden yaptıkları aşureleri paylaşır, çevresindekilere de ikram
ederlerdi. Goygoycuların dilenmesi Meşrutiyetin ilanı ile yasaklanmıştı.
Tahirü’l-Mevlevi Hazretleri makalesinde “Eskinin hayratını berbat etmek”
deyiminin bu goygoyculardan dolayı ortaya çıktığını söylüyor. Ev sahibinin biri
kapının önündeki goygoycuların ilahisinden etkilenerek, hizmetçisine; “Bu
çorbayı götür de goygoyculara ver” demiş. Hizmetçinin kapıyı açması üzerine
garibanlardan biri; “O nedir?” diye sormuş.
“Pirinç” cevabını alınca yaklaşıp torbasını açmış. Hizmetçi de elindeki tası
torbaya boşaltıvermiş. Görme engelli goygoycu pirincin tane olmadığını ve
torbanın ıslandığını anlayınca; “Bacı sen eski hayratı da berbat ettin.” demiş.
Selametle inşallah.