Engelli olmanın sebepleri üzerinde duracağız. Fakat kısaca şunu ifade etmemiz lazım; kişi, ister doğuştan ister sonradan, hasılı hangi noktada ve hangi sebeple engelli olursa olsun, hepsi de Allah’tandır, Onun mutlak adaleti çerçevesinde cereyan etmektedir. Çünkü o âdil-i mutlaktır. Değerlendirmemiz de mutlaka bu açıdan olmalıdır. Aksi görüş ve düşünceler yanlıştır, insanı tehlikeli durumlara düşürür. 
İnsan, bilindiği gibi “sosyal” bir varlıktır. Fertler aileyi, aileler milleti oluşturur... Nasıl ki birinin iyiliği diğerine de tesir ediyorsa, haliyle işledikleri kötülüklerin de biribirlerine hiç zararının olmaması düşünülemez. Öyle günah, kusur ve hatalar vardır ki; kişinin sadece şahsını ilgilendirir... Ama öyle günahlar ve yanlışlar da vardır ki, aileyi, bazen de koca bir toplumu, topyekün milleti alakadar eder. Dolayısiyle bunun cezası da ona göre olur. Onun içindir ki atalarımız, “Kurunun yanında yaş da yanar” demişlerdir. Bunda şaşılacak, anlaşılamayacak bir durum olmaması lazım. A B S SURESİ AÇIKCA UYARIYOR Hz Peygamber (s.a.v) bir gün Mekke müşrikleriyle konuşuyordu. Onlardan biriyle meşguldü. Efendimiz (s.a.v)’in hedefi, o müşrikleri İslam saflarına dahil etmekti. Bu sebeple, Hz Peygamber (s.a.v) muhatabına yoğunlaşmış durumdaydı. Sosyal konumu güçlü olan müşriklere İslam’ı anlatabilse, belki zayıf Müslümanları rahatlatacak bir güvenlik şemsiyesi oluşumunda yardımcı olacaktı.
 İşte tam bu esnada Peygamberimize soru sormak için gelen âmâ bir sahabi Abdullah bin Ümmi Mektum’u bırakıp muhatabıyla konuşmaya devam etti. Belki sabırlı olmalı, biraz beklemeliydi. Ancak O, Peygamberimizin konuşmasını keserek “Beni bilgilendir” diye seslenmişti. Hz. Peygamber (s.a.v) ise, belki tam netice almak üzereyken gelen bu davetsiz dostun ortamı bozan girişiminden rahatsız olmuş ve yüzünü ekşitip sırtını dönmüştü. 
Hz. Aişe’nin deyimiyle Peygamberimiz konuşmasına devam etmiş ve muhataplarına “Söylediklerimde itiraz edeceğiniz bir nokta var mı?” diye sormuş ve onlar da “Hayır” cevabını vermişlerdir. Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v)’in bu tavrı üzerine Abese Suresi iniyor. Ağır cümlelerle. Ayet şunu diyor: 
“Senin ilgisiz kaldığın şu insanı, sana sığınmış gelen ve bilgilenmek isteyen bu âmâyı ihmal ediyorsun, ancak senin yanında oturmuş, anlamamaya çalışan adama ise ilgini sürdürüyorsun. Biri iman etmiş bir gönüllü! Öteki ise ilgisiz kalan veya seni zorlayan bir anlamaz. Sen kendini neden ötekiyle yoruyorsun? Sana hazır gelen dostu ihmal ediyorsun da uzaktakini kazanmaya çabalıyorsun?” 
Bu Ayette dikkat çeken önemli bir husus da, Hz Peygamber Efendimiz (s.a.v)’mi uyaran muhatap zamiri (ikinci şahıs) yerine gaip zamiri (üçüncü şahıs) kullanılarak hayli nazik bir ifade seçilmiş olmasıdır. Peygamber uyarılıyor ancak yaralanmıyor. Çünkü ayetin devamında “Sen nereden bilirsin, belki de…” denilerek Peygamber Efendimiz rahatlatılıyor. 
Olay ilktir ve Peygamber Efendimiz (s.a.v) sorumlu değildir. Eğer ondan sonra olay tekrar etseydi, sorumluluk oluşurdu. Zaten biz onu böyle bir eksiklikten tenzih ederiz! 
Bu olaydan sonra Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v), Abdullah Ümmi bin Mektum’u her gördüğünde cüppesini yere serip ona yer açar ve “Merhaba, hoş geldin. Ey kendisi sebebiyle Rabbimin beni uyarıp azarladığı zat! Herhangi bir ihtiyacın var mı?” diyerek halini hatrını sorardı. 
Daha sonraları bu zatı iki sefer Medine’de ardında vekil olarak bırakmıştır. İbni Ümmi Mektum Hz. Peygamber Efendimize müezzinlik yapardı. 
Bu hadise, vahyin Peygamberimizin eseri olmadığının, Kuran’dan tek bir harfin gizlenmediğinin en açık belgelerinden biridir. engellilerin hakkının korunması, sözlerinin en üst düzeyde dinlenmesinin gerekliliğini anlatabilmek için bu hadiseden daha çarpıcı ne olabilir ki…