Takvimler 9 Ekim 1937’yi gösteriyordu. Atatürk, aktif hayatın çarklarından, devlet meselelerinin çatışmalarından gittikçe çekiliyordu. Milletin gönlündeki yeri yüceydi; ama o artık kendi iç dünyasında yaşıyor, yapılan işleri izlemeyi de ihmal etmiyordu. Nazilli kasabasında Atatürk bekleniyordu. Büyük Menderes dirseği kenarında kurulan, bacası, santralı, iş binaları, çevre tesisleriyle bir masal şehrini andıran bu yerde karşılandı. Bahçesinde sıra sıra soğutma havuzlarından göğe fışkıran ve sonra hare hare havuzlara dökülen su sütunları, uzaktan mavi bulutların oyunu yahut da efsanelerdeki menderes perilerinin raksı gibi görünüyordu. Fabrikadan çok daha fazlası vardı burada; bir yerleşke, yoktan bir şehir var edilmişti adeta!

                Fabrika idarecileri onu daha sitenin giriş yerinde karşıladılar. Gördüğü her şey ruhunu okşuyor, ruh hali yüzüne yansıyordu. Yüz hatları ferah ve sevinçli, hareketleri daha canlı idi. Ellerinde bayraklarla, çiçek demetleriyle okul çocukları alkışlarla, şarkılarla haykırıyorlardı. Etrafındaki herkes gülüşüyordu, o da onlarla beraber… Yeni Nazilli sitesinin renkli havasına taşan bu güleçlik, Menderes sularına, Menderes’in güney ve kuzey dağlarına yayılarak, sanki bu topraklara, ilk defa duyulan bir şenliğin müjdesini veriyordu. Demek ki Nazilli artık efe değil, koca koca okullarda okuyacak yeni kızanlar yetiştirecekti…

                Nihayet, alkışlarla fabrika alanına girildi.  Şarkılar, havuzlara dökülen suların şapırtıları ve ta kasabadan beri yayılıp gelen davul-zurna sesleri, zeybek naraları… Ama fabrikada tıs yoktu. Fabrika garip bir sessizliğe gömülüydü, sanki uyuyordu… Müdür (Mühendis Fazlı Turga) öne düştü, bir holden bir hole geçildi. Fabrikanın tam 480 büyük tezgâhının birer çökmüş dev gibi sıra sıra dizildikleri, düz ve geniş ışıklarını tepeden alan aydınlık, temiz atölyeler uzayıp gidiyordu. Herkes yerinde, herkes makinasının başındaydı. Atatürk’ü, her yeri gören, yerden yüksekçe bir platforma buyur ettiler. Burası sanki bir karargâha ya da ordugâha benziyordu. Sıra sıra dizili olanlar sanki tezgâh ve makineler değil de, tören geçişi için hazırlanmış takımlar, bölükler, taburlar gibi görünüyordu! Kumandan değil ama Atatürk’ün arkasında duran Müdür’den sessiz bir işaret verildi…

                İşte o zaman bin başlı dev, korkunç bir kükreyiş, bir kuduruşla birden harekete geçti. Müdürün verdiği o işaretle bütün motorlar, tezgâhlar birden coşmuş, kudurmuşlardı. Şimdi Menderes vadisi göklerine kadar vuran, Menderes’in kim bilir kaç defa duyduğu yer sarsıntısı gürültülerini, yıldırım uğultularını andıran bir dünya titreyişi havayı dolduruyordu… Atatürk bunu herhalde beklemiyordu. Onu oraya çıkardıkları zaman, belki etrafı görmesini, fabrika personeline bir şeyler söylemesini istediklerini düşünmüş olabilirdi. Ama öyle olmayıp da ayağının altındaki dünya ve etrafını saran hava böylesine birden harekete geçince, önce hatta biraz şaşaladı, sarsıldı. Ne yapacağını bilemedi de denebilir. Biraz etrafından bir şeyler sormak ister gibi yaptı. Ama işte o anda, belki kendi bile farkında olmadan ağzından şu kelimeler döküldü: İşte bu bir musikidir!”

                Evet, bu bir musiki idi. Devletin değil, tekniğin musikisi… İnsanoğlunun, tabiatın üstündeki zaferinin musikisi… Ne Olympos’un hâkimi Zeus, ne gök tanrısı, ne zelzeleler tanrısı, ne yeraltı tanrısı. Hayır, hiçbiri… Çünkü onlar bir masaldır. Ama bu musiki yarın bütün Türkiye’ye yayılarak, yarınki Türkiye’nin eski Anadolu haraplığını yenişinin bir çığlığı gibi, bütün ovalarımızı, dağlarımızı, beldelerimizi doldurabilirdi. Yüzlerce ve yüzlerce fabrikanın, maden ocağının, santralların, dağ boylarınca rüzgârlardan inleyen pilonların, cereyan nakil hatlarının musikisi… Evet, neden olmasındı?.. Daha dün köyünde hiç acele etmeden inek sağan genç kızlar, hiçbirinin hareketi gözle takip olunamayan bir hızla dönen 20 bin ilmiğin etrafında bir yıldırım gibi koşuyor, dolanıyordu. Kopan her teli anında yakalayarak, tıpkı birer makine süratiyle hemen bağlıyorlar, iş tezgâhlarını anında harekete geçiriyorlardı…

                Bir taraftan da fabrikaya pamuklar giriyordu. Fitiller dönüyordu. Sonra bu fitiller gittikçe incelerek, sanki gözle görülemeyecek ipek teller, bürümcük telleri halinde tezgâhları sarıyordu. Mekikler atılıyor, hem materyal örülüyor, tezgâhlar top top dokumaları havalara kaldırarak bin bir marifet içinde, renk renk, şekil şekil, durmadan açıyor, derliyor, topluyordu. Atatürk bu manzarayı uzun uzun seyretti. Suskun, düşünceli, ama belli ki memnun ve ümitliydi… Sonra birden arkasına döndü. Parmağının bir gizli işaretiyle bu mahşeri harekete geçiren müdürün yüzüne: “Bu ne harikulade işler?” der gibi hem güleç hem okşayıcı baktı, baktı… Ama fabrika müdürü Fazlı, bu platforma çıktığı an gibi sakin ve sessizdi. Biraz etli, ablakça esmer ve sevimli yüzünde ışıl ışıl yanan gözlerle Atatürk’ün yüzüne, şevkle, minnetle bakıyor ve hafif hafif gülümsüyordu…

                86 yıl önce gerçekleşen bu anı Tek Adam’da (mealen) böyle anlatıyor o günlerin canlı tanığı Şevket Süreyya Aydemir. Dünya, “1929 Büyük Buhranı” ile inim inim inlerken, genç Cumhuriyet böyle mucizeler başarıyor, daha dün kağnı ile Milli Kurtuluş savaşı verirken, kendi yaptığı uçağı komşu ülkeye hediye edebiliyordu. Bir yandan Duyun-i Umumiye borçlarını düzenli öderken, yapılan fabrika ve tesislerin bedelini de üzüm, incir, narenciye vs. ile tediye etmek koşuluyla…

NOT: Hırvatistan’ı deplasman da net bir oyunla yenen A milli takımımızı kutlarken, bir kutlama ve övgü ’de Uğur Meleke ’ye göndermek istiyorum.  Maç günü kaleme aldığı yazısında yaptığı analiz ve gözlem ’in sahada oluşumunu bire bir gördük adeta…

FİLM: Yurttaş Kane - Orson Welles (10 Ekim 38. Ölüm yıldönümü) Başrollerde: Orson Welles, Agnes Moorehead, Josepth Cotten, Everett Sloane, Dorothy  Comingore

Basın imparatoru Charles Foster Kane’nin yaşam öyküsü ve son nefesinde söylediği “rosebud’in” ne anlama geldiğini araştıran genç bir gazetecinin yakaladığı kirli ilişkiler, rüşvetler, siyasi komplolar…Sinema tarihinin en iyi filmi olarak nitelendirilen, Orson Welles’in yönettiği ve başrol oynadığı bir sinema klasiği…

 

ROMAN: İnce Memed - Yaşar Kemal (6 Ekim 100. Doğum günü anısına)

Aslında halim selim bir delikanlıyken, haksızlıklar karşısında efsane haline gelen İnce Memed tiplemesinin ve Çukurova’nın, Torosların muhteşem tasviri bir başyapıt. 4 ciltlik serinin her biri belgesel niteliğinde olan, kuşkusuz ki Türk Edebiyat tarihinin en iyi romanlarında birisi

ŞİİR: Bekle- Atilla İlhan (Anısına Vefatının 18.yılında özlemle-hasretle)

BEKLE

Geleceğim bekle dedi

Ben beklemedim o da gelmedi

Ölüm gibi bir şeydi

Ama kimse ölmedi

YANLIŞ: Aşı vurulmak

DOĞRU: Aşı olmak

GÜNÜN SÖZÜ: “Dostluklar topraktan bir kâse gibidir, eften püften nedenden kırılır, bir daha tamir edilemez.” Çiçero

ÜTOPYA: Terravenenum’da aylık zorunlu alışveriş kotasını doldurmayan bir çift hapse atıldı. Genç adam ve kadın hapishanede her gün on saat reklam izlemeye mahkûm edildi(!)

ŞADİ-İ ŞİRAZİDEN: “Çorak yerde sümbül yetişmez, onun için boşuna uğraşma. Kötülere iyilik yapmak demek, iyilere kötülük yapmak demektir.”

TEBESSÜM: Nasrettin Hoca ekonomik sıkıntıya düşünce kendine has önlemler almaya başlamış, elbette ki bu önlemlerden Eşek de nasibini almış. Eşeğin yemini her gün bir avuç bir avuç azaltan hoca, bir gün bakmış ki hayvan nalları dikmiş. “Hey be Eşeğim demiş hoca, tam da açlığa alışıyordu ki, ömrü vefa etmedi(!)