Osmanlı devletinde kahvehaneler  şiir, türkü, muamma gibi karşılıklı deyişlerin havada uçuştuğu, yarışmaların yapıldığı kahveler olarak bilinir, buraya takılanların içtikleri çay, kahve ya da nargilelerden de kahveci payını alır, ozana payını verir; böylece geçinip giderlermiş. İşte böyle kahvelerden birine zamanın tulumbacı bıçkınlarından deli dolu, zıpkın Ali derler bir isim dadanır. Biraz serseri, biraz serkeş, gözü pek, çokça terbiyesiz ve hadsiz biri olduğu için etrafındakilerde “Aman ite dalaşmayalım, çalıyı dolaşalım” diyerek onunla çok fazla muhatap olmak istemezlermiş. Tulumbacı Zıpkın Ali kendi kendine şiir söylemeyi de adet edinmiş, söylediği şiirlerin kaliteli söz dizeleri olduğunu iddia edermiş. Her yerde kendini gösterir, sağa sola sataşarak, laf atar, kah tehdit eder, kah küfürler ederek insanları sustururmuş. Yine böyle bir gün geldiği semai kahvesinde masaya yumruğunu vurur, ortadaki ozanları susturur ve şöyle bir beyit atar ortaya.Sen ömrüme eş olursan, bahar benim yaz benim Neyleyeyim baklavayı, biber benim tuz benim… Bunu söyledikten sonra da okkalı bir nara atarak “Ulan var mı benim bu söylediğim bilmeceyi çözecek? Cepkenimi ve cebindekileri ortaya koyuyorum, çözen alsın gitsin” diyerek raconunu keser. Oturanlardan bazıları mırın kırın ederler, kimi sevgi der, kimi aşk der, kimi gece, kimi gündüz. Bizim bıçkın Ali naralanır. “Ulan sözle değil, şiirle karşılık vereceksiniz. Ona göre.” Herkes korkusundan siner, bir köşeye çekilir ve sus pus olurlar. Bıçkın Ali de bütün kahveyi, ozanları susturduğunu, mat ettiğini zannederek keyfini çıkarmak üzere tatlı tatlı kaşınmaya başlar ki, kıyıda köşede sessizce oturan bir Bektaşi ayağa kalkar ve sessizliğin hâkim olduğu kahvede şu beyiti söyler.Kuyu benim, çıkrık benim, etrafında saz benim Her akşam kapımı çalan, kara gözlü kız benim… Tulumbacı bıçkın Alinin siması birden değişir kararır, öfke seli oturur yüzüne ve “bre sen benim mahremime nasıl girersin” diyerek Bektaşi’yi alır eline ve bir güzel benzetir. Kahvedekilerin araya girmesi ile güç bela kurtarırlar Bektaşi’yi Tulumbacının elinden. Karşılıklı davacı olurlar ve kadının huzuruna çıkarlar. Kadı taraflara ne olduğunu sorunca, Tulumbacı Bıçkın Ali, “Kadı efendi ben şairlerin ortasında bir mısra söyledim. Sağlığı kasteden bir bilmece idi. Yani sağlığım olunca kimseden baklava börek istemem tuz ekmek benim için en güzel yiyecektir demeye getirdim. Hiç kimse buna cevap vermedi. Ancak bu mendebur çıktı ve bana laf çarptı. Çünkü geçen hafta civar köylerden birinden, gönlümün düştüğü kara gözlü bir kızı kaçırıp kendime eş eyledim. Benim aile hayatıma dil uzatınca şirazem kaydı ve bu hale geldik. Kadı efendi bu kez Bektaşi’ye aynı soruyu sorunca Bektaşi’nin cevabı da ilginç olur. “Efendim ben bu adamı hiç tanımam. Ömrümde, o kahvehaneye gelinceye kadarda ne görmüşlüğüm vardır ne de rastlamışlığım. Ancak kahvede bulunanları öylesine kötü bir halle tersliyor, galiz küfürler ediyor ve hakaretlerle susturuyordu ki dayanamadım   Ne bileyim ben bunun iki gün önce kız kaçırdığını ve bu kızın kara gözlü olduğunu. Hem ben onu kastetmedim ki. Kuyudan maksat düşüncedir. Çıkrık ise ilimdir. İnsan ilim çıkrığını çevirmezse düşünce kuyusundaki hikmetli sular ortaya çıkmaz. Bilgisiz insan ezber yollu güzel sözler söylese de, söylediği sözler kaba ve çirkindir. Kimseye bir anlam ifade etmez. Sazdan kasıt sanat ve güzelliktir ki, bu sazlar kuyunun etrafındaki nemli topraklarda yetişir. Her sazdan kamış olmaz, her kamıştan ney yapılmaz. İlahi sedayı dile getiren kamışlar, suları; mana beldelerinden gelen kuyudan sulanırlar. Kara gözlü kızdan maksat ise gecedir. Geceler gibi ayıpları örten insanın öfkesi ve kini olmaz. Ben bu sözleri kötü bir niyetle söylemedim ki. Bu edepsiz ve haşin kişiye iki satırla hakikatten bir bilmece ile latife yapmak istedim. Ama hata etmişim. Zira darı toplanan yerde inci saçanı işte böyle yaparlar. Kadı efendi ince yürekli ve tasavvuf ehli bir insandır. Bektaşi dervişinin anlattıklarından ziyadesi ile etkilenir ve bu sefer öfke ile Tulumbacıya dönerek sorarak, “Anladın mı bu sözlerden bir şey. Bak bu öfkeli halinle devam edersen bir çok bela açarsın başına ona göre.” Tulumbacı hak ve hakikat yolunu bilmeyen bir nadandır. Bıçkındır ve kendi doğrularından başka doğruların olmadığını sanan zavallı bir sergerdedir. Bir su birikintisindeki saman çöpünün üzerine konmuş sinek gibi, kendisini ilim deryasında zanneder ve öfke ile, “Bre kadı efendi bu adam bu palavralarla sizi de beni de mat etmeye çalışmaktadır. Kandırmaktadır. Onu sakalından sürükleyeceğim” diyerek kadılık makamına da saygısızlık eder. Kadı efendi bunun üzerine ziyadesi ile hiddetlenir ve şöyle der.Behey gafil laf anlamaz şiir senin neyine Her öfkede dövüşenler döner kümes beyine Ortada bir su yoktur var git baba evine Bu şehirde kadı benim, karar benim söz benim. Bıçkın ve zıpkın Tulumbacı öfkesinde ve edepsizliğinde inat edince kadı efendi kükrer. “Bostancı başı” hemen içeriye iri yarı bostancı başı ile iki yardımcısı girerler ve kadının emrine amade olduklarını göstermek için ellerini göğüslerinde çaprazlama birleştirip baş keserler. “Yıkın bu sergerdeyi elli değnek vurun, sonra da atın zindana iki ay katıksız ekmek cezası ile cezalandırın” der ve olayı böylece çözer. Buradan da bize miras kalan güzel bir söz vardır sevgili dostlar. Hani atalar derler ya. “Sözün bilmez bazı nadan elinden Edep ağlar, erkan ağlar, yol ağlar…” O yüzden Rabbim kulunun boğazına dokuz boğum koymuştur. Bir söz söyleyeceği zaman dokuz kere boğsun bir kere çıkarsın diye. Rabbim söylediği sözlerin farkına varan ve söylediğini kulakları duyan kullarından eylesin bizleri.