Tasavvufta ki yanlışların temelini atan şüphesiz İran’ın Bistam şehrinden olan ve isim olarak Hazreti Hüseyin’i şehit ettiren Yezidi’n babası anlamına gelen “Bayezid” ismi ile anılan Bayezidi Bistamidir. Bu kişi Hint ve İran kültüründen aldığı bütün yanlışları tasavvufa boca etmiştir.
İslamiyet’in geliştirdiği tasavvuf isimli kitabından istifade ettiğimiz Ö. Rıza Doğrul, Bayezid’i şöyle methediyor: Yaşadığı tasavvufi zevk bakımından fena fillah mertebesine varan ve Tanrısıyla ittihat eden bir mutasavvıf daha vardır ki o da 261 de vefat eden Bayezid-i Bistami’dir. Yaşadığı faniliği ve ittihadı “Şatahat” sayılan bir takım sözlerle ifade etmiştir. Onun bu şatahatında hem cüret, hem hayalperestlik ve müphemlik göze çarpar. Bunların dış yüzü şeriat esaslarına aykırı görünür ve bu çeşit sözleri söyleyen münkir ve sapık sayılır.

Mesela Bayezid der ki: “Benden başka tapacak yok, bana tapın! Benim şanım ne kadar yücedir. Şanımı yüceltin!”
Allah ile arasında geçenlerden ve faniliği ile ittihadından bahsederek der ki: Beni bir kere yükselterek yanına aldı da dedi ki: Ey Bayezid! Benim halkım seni görmek istiyor. Ben de derim ki: Beni vahdaniyetinle süsle, benliğini giydir, ehadiyetine yücelt, ta ki seninkiler beni görünce seni yani Allah’ı gördük desinler. Ve o zaman sen-sen olursun ve ben orada bulunmam.

Bayezid-i Bistam-i, İlahi suret almasından ve Allah ile bir olmasından bahsederek der ki: “Vahdaniyet kesildiğim zaman evvela gövdesi ehadiyet olan bir kuş oldum. Bu kuşun kanatları keyfiyet havasından on yıl uçtuktan sonra onun yüz bin kere büyüklüğünde bir havaya vardım. Uça-uça ezeliyet alanına vardım ve orada ehadiyet ağacını gördüm. Bayezid bu ağacın zeminini, ağacın dallarını ve meyvelerini tarif ettikten sonra diyor ki: “Baktım bunların bir aldatma olduğunu anladım.” Bütün bu sözlerden maksat, fena fillah mertebesine vararak benliğini kaybettiğini ve ittihat manasını gerçekleştirmiş olduğunu anlatmıştır. Bayezid, İslam tasavvuf ıstılahlarına sekr (Sarhoşluk) kelimesini katmış ve bu kelime muhabbet ve aşk kelimeleri yanında İslam tasavvufunda mühim bir yer tutmuştur. (İslam’ın geliştirdiği tasavvuf, s. 116-117-118)

Kısa İzah: İslam dininde bir iman vardır, bir de küfür vardır. Kim küfrü tercih ederse o kişi kim olursa olsun Peygambere de, Müslümanlara da kâfire kâfir demek gerekir. İmana gelmeyen babasına dua eden Hz. İbrahim’e “Ona mağfiret dileme” deniyordu. Yine sevdiklerine hidayet verilmesini temenni eden Hz. Muhammed’e Yüce Mevla, “Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin” buyuruyordu. Bunları şunun için yazıyorum. Bir Mecusi dönmesi sözde Müslüman oluyor, sonra Allah dostu olduğunu iddia ediyor ve Allah ile bir olduğunu söylüyor. Daha da ileri gidip, beni gören Allah’ı görmüş olur” diyor. Sonun da şükrün en büyüğüne tırmanıyor, Nemrut’un Firavun ‘nün demeye cesaret edemediğini söylüyor: “Benden başka tapacak yok, bana tapın! Benim şanım ne kadar yücedir. Şanımı yüceltin” diye şirkin, küfrün en büyüğüne ulaşıyor.

“Ben sizin Yüce Rabbinizim” diyen Firavunu Allah’ü Azimüşşan denizlere gark ediyor, son nefeste imanını bile kabul etmiyor. Kendi ağızları ile şirklerini tekrarlayan bu sapıklara kimse bir şey demediği gibi birileri de çıkıp tasavvuf adına bunları savunuyor. Neymiş efendim, bu kişiler Allah aşkından sarhoş olmuşlarmış da ne dediklerini bilmiyorlarmış. Bunların yaptığı şatahatmış, sekr’miş. Allah, sizin aşkınızı da, sekrinizi de, şatahatınızı da kahretsin. Mahşerde anlarsınız kimin Allah dostu, kimin düşmanı olduğunu.