Bir evvelki yazımda Muhsin başkanla tanıştığım günden Parti kuruluşuna kadarki hatıralarımızın bir kısmını yazmıştım. Şimdi ise Parti kurulduktan sonrakileri yâd etmek istiyorum. M.Ç.P. den ayrılmış, yeni parti kurmak için Türkiye’nin Vilayetlerini, Kazalarını gezmeye başlamıştı. O arada bir gün Divriği’ye geldi. Her gittiği yerde bazen saldırganca, bazen da adabınca sorulan tek soru vardı. O günde sordular “Neden ayrıldın” diye. Birkaç kişilik ev sohbeti idi, hep gönüldeş olduğumuz insanlar vardı. Muhsin başkana bu sorulara cevap vermek zor geliyordu. Başta Manevi baba kabul ettiği “Başbuğ” olmak üzere oradaki dava arkadaşlarını verdiği cevaplarla üzmek istemiyordu. Bu nedenle “Her gittiğim yerde aynı soruya cevap vermekten usandım, daha evvel niye ayrılmam gerektiği hakkında bana mektup yazan Bekir Hoca cevaplasın bu soruyu” dedi. Bende müsaade alarak “Bizler Milliyetçiyiz, aynı zamanda maneviyatçıyız. Bu iki mefhum kuşlardaki iki kanat gibidir. Nasıl ki tek kanatlı kuş uçamazsa, bizlerde bu temel görüşlerimizden birini ihmal edersek bir metre ileri gidemeyiz” deyince Muhsin başkan “Hocamdan Allah razı olsun, kitabın tam orta yerinden konuştu” demişti.

Parti kurulduktan bir süre sonra bende emekli olarak Sivas’a geldim. Kendisine emekli olduğumu söyleyince Parti yönetimine girmemi ve hizmet etmemi istedi. Bende Nevzat başkanın kurduğu yönetimde yer aldım. Sivas’ ilk gelişinde ki yaptığı toplantıda “Arkadaşlar hizmete yönelik teşkilatlar kurmalıyız. Benim Ceza evindeki arkadaşlara ve onların ailelerine yardım yapmak için kurduğum “SOGEV Vakfı” var onun tüzüğünde değişiklik yaparak eğitime yönelik teşkilatlar kurmanızı istiyorum” dedi ve görevi bana verdi. Bende 0 zamanki il başkanımız ve diğer arkadaşlarımın yardımı ile vakfı kurdum ve Yurdu açtım. Çok şükür, on beş sene evvel kurulan hem Vakıf, hem Yurt hizmet vermeye devam ediyor. Devam ettiren ve yardımlarını esirgemeyen bütün arkadaşlarımızdan Allah razı olsun. Muhsin başkan yabancı kültürlerden nemalanmamış, saf Anadolu yiğidi idi. Gün olur, başkalarının ağzından Onun tek başına bir fakülteyi işkâl ettiğini, gün olur etrafını saran eli sopalı on kişiyle kavga ettiğini duyardık. Fakat övünmek maksadıyla anlattığı hiçbir hatırasını kendi ağzından duymadık. Kendi oğlu Furkan ile yaşıt olan oğlumu yanımda görünce “Bekir Hoca torunun mu?” diye takılmıştı. “Bende Başkanım ben çok mu? İhtiyarım, senden üç yaş fazlayım deyince “Partimizde ihtiyar ve sakallı insanların olması bizi mutlu eder” demişti.

Birçok seçim çalışmasında beraber gezmiştik. Yine bir gün Altınyayla ve Şarkışla’nın birçok köyünü akşama kadar gezdik. Her gittiğimiz köyde yaz günü olduğu için ayran ikram ediyorlardı. Yemek yiyemeden akşam ettik. Akşam olunca Muhsin başkanın köyünün karşısında bulunan Maksutlu köyüne gittik. Orada bir taziye evi varmış, Kuran okuduk ve baş sağlığı diledik. 0 ara önümüze bir sofra bezi serildi ve büyükçe bir sini kondu. Muhsin başkan “Hoca şimdiye kadar hiç yemediğin bir yemek gelecek” dedi. Bende içimden “Karnımız aç, şöyle etli, otlu bir yemek gelse” diye düşünüyordum. Birde baktım ki sofraya bir tepsi hamur kondu. Şöyle hafif ateşe tutulmuş, biraz kay saklanmış, yağsız, şekersiz sade bir hamur. Ortasında derince bir tas ve içinde suyu çok, tanesi az bir çorba. Muhsin başkan nasıl yeneceğini tarif ediyor: “Hoca Bu yemeğin adı “Arap aşı” dır. Bir kaşık hamurdan alacaksın, sonra tasın içindeki çorbaya daldırıp, ağzına alacaksın ve çiğnemeden yutacaksın, sakın kaşıkta ki hamuru tasın içindeki çorbaya düşürme, bir dahaki haftaya bu ziyafeti sen vermek durumunda kalırsın” diyor ve o arada önün de ki yemeği yiyerek bayağı ilerliyor. Bende birkaç kaşık alıyorum fakat alışık olmadığım için devam edemiyorum, “Başkanım biz bunu yiyemeyiz, sen bize biraz peynir, ekmek iste” diyorum. Muhsin başkan “Hoca bu Türk kültürüdür, bunu öyle yiyeceksin ki karnının üzerine yatacaksın, birisi şöyle tutup fırıldak gibi çevirecek” diyor.

Muhsin başkanın birde sofilik yönü vardı. Bütün Allah dostlarına muhabbeti vardı. Yetmişli yıllarda Menzil Şeyhi merhum Raşit Erol Hazretlerine bağlanmıştı. Parti kuracağı zaman Şeyhinden izin almak için yanına gitmiş. Bu olayı kendisi şöyle anlatmıştı. “Ben kendisine Parti kurmak istiyorum deyince Seyda, koluma girdi, şöyle bahçeye doğru yürümeye başladık. Evladım dedi: Ben sana bir kıssa anlatayım. “Çok zengin bir Ağa’nın üç oğlu varmış. Ölüm döşeğine düşünce evlatlarım size üç teneke altın bırakıyorum, ben ölünce bu altınlardan bir tenekesini kendi aranızda bölüşün. İkinci tenekeyi fakir-fukaraya tasadduk edin. Üçüncü tenekedeki altınları ise, dünyanın en saf insanını bulun, ona verin” demiş. Oğullar da, babalarının ölümünden sonra vasiyetini yerine getirmek için ilk iki tenekeyi dağıttıktan sonra, üçüncü teneke Altın’ın sahibini bulmak için aramaya başlamışlar. Bir gün bir şehrin kenarına varmışlar, bakmışlar ki mahallenin çocukları Bir adamın saçını, sakalını, bıyığını kesmişler ve bir Merkebe ters olarak bindirmişler o insanla eğleniyorlar. Ölen Ağanın çocukları, babamızın bahsettiği “Dünyanın en saf adamı” bu olmalı demişler ve kalan altınları ona vermişler. O arada bu insan bu duruma niye düştü diye sormuşlar. Oradakiler “Bu adam bu şehrin en büyük yöneticisi idi, başkanlıktan alınınca bu hale düştü” demişler.” Yani Seyda Hazretleri “Sende Başkanlığı kaybedince bu hale düşebilirsin” demiş. Ama o, Başkanlığı hiç kaybetmedi, öyle ki “Başkan olarak doğdu, Başkan olarak öldü.” Ruhu şad, mekânın cennet olsun.