12 Eylül ihtilalinden öncesine değişik adlar takabilirsiniz. Bence en yakışanı başlık olarak kullandığım “Kara günler” olsa gerek. Gerçekten o günler de Türkiye’nin üzerinde kara bulutlar dolaşıyordu, sabahtan evinden çıkanın, akşam eve sağ salim dönme garantisi yoktu. Asayiş yerinde olmadığından hiçbir müessese sağlıklı çalışmıyordu. İşçiler daima grevde, fabrikalar üretim yapamıyor, Enflasyon yüzde yüzün üstünde seyrediyordu. Devletin bir numarası olan, Cumhurbaşkanı altı aydır seçilemiyor, Meclis toplanıp-toplanıp geri dağılıyordu. Bu kadar zor badirelerden geçen devleti idare etmek için meclis çoğunluğu olan bir hükümet kurulamıyor, Demirel’in azınlık hükümeti idare ediyordu.

         O günlerde Türkiye’nin ahvalini bir gazeteye yazdığım yazıyla şöyle tasvir ediyordum. Diyordum ki: “ Ben bir küçük Kasaba da oturuyorum. Kasaba halkı bu anarşi yüzünde dörde ayrıldı. Bizim kasabanın bir camisi var, Kasabaya yeterli gelmese de hiç yoktan iyidir. Dindar kesimin ihtiyacını karşılıyordu. İşte o dörde ayrılan guruptan en azılısı olan “Sol cephe” bir türlü caminin varlığına tahammül edemiyordu. “Bu devirde camiye ne gerek var, bu gericiliktir, ortaçağ zihniyetidir, bizim cami ile minare ile işimiz olmaz, bizim sistemimizde Allah inancına yer yoktur, biz camiyi yıkıp Ateist (Dinsiz) bir rejim kuracağız” diye bağırıyor ve dediklerini yapmak içinde ellerinden geleni yapıyorlardı.

            Sol cenah bu uğurda ölmekten de, öldürmekten de sakınmıyordu. Bunların karşısına ise “Sağ ve milliyetçi cephe” çıkıyor, “hayır diyordu. Biz Ecdadımızdan miras kalan camiyi de yıktırmayız, Allah demeden de geri kalmayız. Bizim ecdadımız Allah-Allah diyerek üç kıtada At koşturdu. Bize bu vatanı şehitler emanet etti. Bu vatanın semalarından ay yıldızlı bayrak inmeyecek ve minarelerinden Allah sesleri susmayacaktır, “Kanımız aksa da zafer İslam’ın olacaktır” diyorlardı. Bu kesimde idealleri uğruna ölmekten ve öldürmekten çekinmiyordu. Üçüncü cephe ise, her ne kadar sağcı olarak adlandırılsa da “Neme lazımcı” olarak biliniyordu.

 “Samanlık toptan yansa bunların içinde bir tutam otu yanmıyordu.” Yeri ve zamanı gelince “bizde Müslüman’ız” diyorlar, bazen camide ve cemaatte de bulunuyorlardı ama ne camiyi yıkmak isteyenlere dur diyorlar ve nede camiyi yıkmak isteyenlere karşı gelenleri destekliyorlardı. Bunlar bu kasabanın bütün nimetlerinden en çokça istifade ediyorlardı ama o nimetleri yok etmek isteyenlere dur demiyorlar, kısaca nemelazımcılık yapıyorlardı. Kasabanın dördüncü cephesi ise “İslamcı cephe” olarak adlandırılıyordu. Camiden en çok bunlar yararlanıyor, cemaat daha çok bunlardan oluşuyordu ama caminin yıkılmasına bunlar karşı gelmiyor, hatta yer-yer yıkmak isteyenlere destek bile oluyorlardı. “Bu cami eski, küçük, yetersiz, bizde yıkılmasını istiyoruz, yerine daha güzelini, daha büyüğünü yapacağız” diyorlardı. Fakat “Sol cephenin” yıkmak için gösterdiği azmi, gayreti ve cesareti, “İslamcı cephe yapmak için gösteremiyordu. Evet, Cepheleri tasvir ederken haksızlık etmemişimdir inşallah. Azami derecede adil olmaya çalıştım. Zaten, “Sol cephe” hariç diğer üçünün içinde zaman-zaman bende bulundum. Cephelerin kim olduğunu izah etmeye lüzum yok, arif olan zaten anlamıştır. O günleri ve sonrasını en güzel şekilde Şair kardeşim İlhan EZİK anlatıyordu.

KIRIK DÖKÜK BİR HİKÂYE

Bu günüm, yarınım, çocuğum

Gel; bize has tebessümle

Anlatacağım bu hikâyeyi dinle

Seninle tanışmadan önce başladı olay

Ay bulutta, toprak ve deniz uykudaydı

Kıyamın uğultusu sardı geceyi

Geleceği aşikâr belli bir bela

Ürpertti kuşlarla kurtları ve bebekleri

Çeperler üçer beşer devriliyordu

Babam “Hsbünallahü ve nimel vekil”

Anam “Aman ya Rabbi!...” diyordu

İşte yüreğimin gümbürdediği zaman

Çocuk ve gelinlerin sesinden gökler deliniyordu

“Ölüm-ölüm, hırlamaya ne gerek”

Diyerek kıyama kıyam ettim

Gece uzun, düşman yoğun

Kapı kurşun-baca kurşun

Şafak sonsuza tehirli, vuran karanlıkta vursun

Karanlık cehennem oduna mağlup

Canlarımız cayır-cayır yanıyor

Buz çölleri ahımıza dağ olup

Kanlarımız saçak-saçak donuyor

…Ve şafakta dizlerim titriyordu

Elimde tüfeğim ayakta yatıyorum

Namluda ki son mermiyi, hıyanete atıyorum

Yarama yara bu mermi, karamı kara bu mermi

Ciğerimde sızı, dimağımda buğz

İçimde dura-dura, nabzıma vura- vura

Karada sıra bu mermi

Cürüm ağır, gerçek sağır

“Kıyama kıyamın kıyamı” dosyadadır

Gam değil sonumuz dam

Tefsiri muhal bir iç çekeceğiz

Şimdi susmak kader kadar gerçeğimiz

Fakat sen hiç susma kızım

“Nerde babam” deme sakın, “Niçin anne diye sor

Bu dünya neler görmüştür,

Sor da öğren yavrucuğum

İbrahim ateşe atılmış, Alev serin yel olmuştur

Büyük çileler yaşanmış, Fakat sabırla haşlanmış

Kızgın çölün ortasın da, Bir topukla bir yüreğin

Arzusundan sel olmuştur

Ne yollardan nasıl geçtik

Daha güzel günler için

Gidip gelip ölmektense

Dünyayı dam bilmektense

Zindanı ömre yedirdik

Çileyi çekip bitirdik

Ha bir kurşun ha bir ilmik

Ecel bir anın ucunda

Bayrak kalenin burcunda