MAİDE URESİ-36-37-38-39-45-46-47
36- Yeryüzündekilerin tamamıyla birlikte bir o kadarı daha kâfirlerin olsa kıyamet gününün azabından kurtulmak için bunun tamamını fidye olarak verseler dahi onlardan hiçbir şey kabul edilmez. Ve onlar için acıklı bir azap vardır.
37- (O gün) ateşten çıkmak isterler, fakat çıkmaya layık değiller. Ve onlar için devamlı bir azap vardır.
YORUM:
Bahaeddin Sağlam Meali
Mâide Suresi 37. Ayet Açıklaması
Ebediyet ve ahiret gününe inanmak, her şeyin temelidir. Eğer toplumda ve fertte bu inanç yoksa mal ve mülk para etmediği gibi, kişide ruhi ıstıraplar, sıkıntılar, toplumda iç savaşlar, hırsızlıklar, yağmalar baş gösterir. İman ve huzur olmayınca, herkes “ne koparsam, kardır” düşüncesiyle maddeye saldırır. İşte İslam’ın el kesme cezası, böyle küfrî bir davranışa verilen bir cezadır. Yoksa açlığa, zor duruma düşmüşlüğe verilen bir ceza değildir. Nitekim hırsızlıktan söz eden ayetin, ahiret gününden bahseden ayetten sonra gelmesi, bu manaya işarettir.
38- Erkek hırsız ve kadın hırsızın, yaptıklarından ötürü Allah tarafından ibret verici bir ceza olarak, (şartların oluşmasından sonra) yetkilerini ellerinden alın (ve işlerine son verin). Allah mutlak galiptir, yegâne hüküm ve hikmet sahibidir.
YORUM:
Cemal Külünkoğlu Meali
Mâide Suresi 38. Ayet Açıklaması
Ayette geçen “faktaû eydiyehuma” cümlesi tefsircilerin çoğu tarafından “ellerini kesin” şeklinde tercüme edilmiş olsa da bu ifadeyi “yetkilerini ellerinden alın” şeklinde yorumlamak daha doğru olur. Çünkü “faktaû” emri ile birlikte kullanılan “yed” kelimesi Bakara 2/87, 253. Ayetlerinde ve daha birçok yerde “güç” ve Maide 4/64, Fetih 48/10 ayetlerinde ise “kuvvet/yetki” olarak kullanılmıştır. “Kataa” kelimesi Kuran’da 19 yerde geçer. Bu ayetin dışında geçtiği yerlerin (Ra’d, 13/4 “kıt’a/ada” ve Hakka, 69/47 “koparmak, kesmek” hariç) hemen tamamında “ilişkiyi kesme” veya “son verme” gibi fiziksel olmayan ya da mecazi anlamlarda kullanılmıştır. Söz konusu kelimenin bir başka formu olan “kattaa” kelimesi ise Kuran’da 17 kez geçer. Geçtiği yerlerin beşinde fiziksel olarak kesip atmak, on yerde mecazen ilişkiyi kesmek ve diğer iki yerde ise fiziksel olarak yarma/çizme anlamında kullanılmıştır. Bu iki kelimeye; bir cümle içerisinde bir arada kullanıldığında ve bu ayet bir sonraki -tevbe kapısının açık olduğunu bildiren- ayetle siyak-sibak ilişkisi kurulduğunda “yetkilerini ellerinden alın” anlamını vermek daha uygun düşer. Zira kesilen eller tevbe ile geri gelmeyeceğine göre bu durumda tövbenin bir anlamı kalmamış olur. Zina edene yüz sopa cezası uygulayan bir din, hırsızlık yapana elinin kesilmesi gibi geri dönüşü olmayan bir ceza verir mi? Üstelik tevbe ile telafisi mümkün olan bir suça karşı, böyle bir uygulamaya müsaade eder mi? El gibi önemli bir uzvun kesilmesi ne demek, düşünebiliyor musunuz? “Elleri kesilen kişi bekarsa evlenemeyecek ya da çok zor şartlarda izdivaç gerçekleştirecek, ölünceye kadar başkalarına muhtaç yaşayacak, kendi özel ihtiyaçlarını dahi göremeyecek, evli ise eşinin ve çocuklarının nafakasını temin etmekte zorlanacak. Merhamet edenlerin en merhamet edeni olan Allah’ın böyle bir ceza verebileceğini aklınız, mantığınız alıyor mu?
39- Kim (bu) haksız davranışından sonra tevbe eder ve kendini düzeltirse elbette Allah onun tövbesini kabul eder. [*] Şüphesiz ki Allah çok bağışlayandır, çok merhametlidir.
YORUM:
Mehmet Okuyan Meali
Mâide Suresi 39. Ayet Açıklaması
Tevbe ve ıslahın cezaları düşürmesiyle ilgili bkz. Âl-i İmrân 3:89, dipnot 8.,Ayetten de görüldüğü gibi hırsızlık zulümdür. Hırsızlık yapan ama ardından pişmanlık ile tevbe eden kişinin Allah tarafından affedilmesi için bu zulmü ortadan kaldırması ve durumu telafi etmesi gerekir. Bunun için, çaldığı malları yakalanmadan önce iade etmesi ve hırsızlığı terk ederek düzgün davranması yani ıslah edici bir tavır ortaya koyması gerekir. Dolayısıyla sadece kendisini düzeltmesi yeterli değildir. Aynı zamanda malını çaldığı kişinin malını tazmin etmesi, malını çaldığı kişinin zarara uğrayan ekonomik durumunu düzeltmesi yani çaldığı miktarı hak sahibine vermesi gerekir. Allah tarafından kabul edilecek tevbe ancak böylesi bir tevbedir.
45- Onlara orada şöyle yazdık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve yaralamalarda eş değer bir karşılık; fakat kim de onu bağışlarsa, o kendi günahlarına kefarettir. Ama Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyenler zalimlerin ta kendileridirler.
YORUM:
Mustafa İslamoğlu Meali
Mâide Suresi 45. Ayet Açıklaması
Bu cezalar Eski Ahid’de ayrıntılarıyla yer almaktadır (Çıkış, 21: 23-25).
Bu cümlenin birinci anlamı “bağışlayanın günahına keffaret olur”; ikinci anlamı “bağışlananın günahına keffaret olur” şeklindedir. Mağdurun suçluyu affetmesi özendiriliyor; zira suçluyu ancak mağdur affedebilir.
Allah’ın hükmü üç vicdanı teskin eder: Mağdurun vicdanını, kamunun vicdanını ve suçlunun vicdanını. Suçluda teskin edilecek bir vicdan bulmak için, vicdanları harekete geçiren bir iman şarttır. Bkz: Âyet 38, not 40.
46- Derken o Peygamberlerin izleri üzerinde, kendisinden önceki Tevrat’ı onaylayan ve çarpıtılan hükümlerini düzelterek onu hurâfelerden arındıran Meryem oğlu İsa’yı gönderdik.
Ve ona, Rablerinin emrine saygıyla bağlanan o takvâ sahipleri için bir yol gösterici ve bir öğüt olmak üzere, kendisinden önceki Tevrat’ı tasdik eden ve içerisinde hidâyet ve aydınlık bulunan İncil’i verdik.
47- İncil’e inananlar da, Allah’ın onda indirdikleriyle hükmetsinler. Zira her kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmezse işte onlar fasıkların ta kendileridir.
YORUM:
Mustafa İslamoğlu Meali
Mâide Suresi 47. Ayet Açıklaması
Krş: “Hâkimiyetin gelsin! Senin otoriten gökte olduğu gibi yerde de egemen olacak!” (Matta 6:10).
Zımnen: Herkes inandığı değerlere uygun yaşasın ve o değerlerle yargılansın. Zira hayata müdahil olmayan iman ölü bir imandır. Bu pasajın muhataplarının Yahudiler olduğunu söyleyen birine, “Kur’an’ın tercümanı” lakaplı sahabi İbn Abbas şöyle çıkışır: “Siz ne de iyisiniz ya! Ne yani; iyi-güzel olan her şey size, kötü-çirkin olan her şey Yahudilere mi? Sizden kim inkâr ederse kâfir, inandığı hâlde hükmetmezse fâsık, Allah’ın hükmü dururken başkasıyla hükmederse zalim olur” (Keşşaf I, 341). İbn Abbas’ın bu hükmünü daha da açacak olursak: Allah’a ait olduğu kesin olan ve yoruma açık olmayan muhkem bir hükmü uygulamayan kişi, eğer meşru bir mazereti yoksa fâsıktır, günahkârdır. Allah’ın muhkem bir hükmü dururken o hükmün yerine karşıt bir hükmü geçiren kimse hakikati yerinden ettiği için zalimdir. Allah’ın hükmünü inkâr eden, onun kaynağına ve doğruluğuna inanmayan kimse ise inkârından dolayı kâfir olur. İbn Abbas’ın bu hükmü aynı zamanda bu âyetlerin en güzel tefsiri mahiyetindedir. Kural gereği, bir âyetin özel sebeplerle inmiş olması, o âyetin hükmünün genelliğine mani değildir. Pasajın sonundaki 48-50. âyetler dikkate alındığında, bu âyetlerin Müslümanlara hitap ettiği daha iyi anlaşılır. Verilen mesaj açıktır: ‘Ey Ümmet-i Muhammed! Musa ve İsa ümmetleri gibi Yahudileşmeyin ve Hıristiyanlaşmayın!’ Bu pasaj, insanın hüküm verme yeteneğini yok sayacak biçimde anlaşılamaz. İnsanı, muhakeme, akıl, irade ve bilinç gibi hükmedecek araçlarla donatarak ona hükmetme yeteneği vermesi, Allah’ın en büyük hükmüdür. İnsandan istenen kendisine emanet edilen bu araçları kullanmaması değil, hüküm verirken âdil hüküm vermesidir. Zaten bunu Kur’an açıkça söyler: “(Allah) insanlar arasında hüküm verdiğiniz zaman, adâletle hüküm vermenizi emrediyor” (4:58). İnsanın hüküm verme yeteneğini toptan inkârın tarihi örneği Hariciler, bu gerekçeyle insanların dinden döndüğüne hükmederek, kendi kendileriyle çelişkiye düşmüşlerdi. Verilebilecek en kötü hükmü vererek, Allah’ın bahşettiği hükmetme yeteneğini en kötü bir biçimde istismar etmişler ve bütün bunları yaparken de garip bir biçimde “hüküm yalnızca Allah’a aittir” (6:57) âyetine dayanmışlardı.