Hayatınızda yok ettiğiniz bir kişi, bir gün bir yerde, birisinin aracılığı ile konuşma konunuz olur. Adı dilinizden bir tuhaf çıkar. Ne kadar tanıdık ama bir o kadar da yabancı…

Var gibi konuşursunuz,

Ama yoktur…

Yok gibidir,

Ama çoktur…

Anılarınız canlanır.

Birliktelikleriniz, ayrı iken bile birbirinizle oluşlarınız gelir gözlerinizin önüne…

Bakışlarınızdaki birbirinizi anlamalarınızı hatırlarsınız. Bir gülümseme oluşur dudaklarınızda ve aynı zamanda bir burkuluş gönlünüzde…

Yüreğinizde bir hafiflik hissedersiniz geçmişe dair. Bir yandan da ağırlaşır zihniniz hatırladıklarıyla…

Bir ara iyi ki vardı dersiniz, sonra içiniz kaldırmaz o bitişi, yüreğinizi yakan o gidişinizi…

Onca zaman uğraştığınız küllendirme sürecini, yeniden yaşarsınız. Taaa baştan, yine ve yeniden…

Öfke dolu günleriniz, kinlenmeniz, nefret edişiniz ve onunla dopdolu iken anılarınızda bırakma çabalarınızı bir kere daha yaşarsınız.

İçinizdeki alıp vermeleriniz, doldurup boşaltmalarınız, taşırır duygularınızı. Birkaç damla gözyaşınızla dolar göz pınarlarınız. Akmak ister, durduramazsınız.

Aksın istersiniz, hıçkırıklarınızdaki haykırışlarınız, gözyaşlarınızla,

Akamaz…

Hani boş vermiştiniz… 

Sonra, o acayip ifade yerleşir yüzünüze. Gören, üzgün sanır, ama mutlu. Coşkun sanır ama durgun. Bütün sanır ama paramparça. Ölgün sanır ama yaşam dolu…

Kendinize hayret edersiniz ve sorarsınız sonra,

Biz, aynı kişiye karşı bu kadar farklı duygunun aynı anda nasıl sahibiyiz?

(‘Aile Olmaya Giden Yolda Farkında Olmadan Asla’ kitabımdan bir bölüm)