Zorda olsa açlık grevini devam ettirme kararı aldık. İçimizden durumu kötüleşip Hastaneye, Revire gidenler olduğu gibi; Arkadaşlarımızın birçoğu yataklarından kalkamaz oldular. Bazılarının da akli dengelerinde sapmalar meydana geldi, manasız sözler söylemeye başladılar.

İşte onlardan biride K….. amca idi. İsmini tam yazarsam Sivaslının yüzde doksanının tanıyacağı amcamız, açlık grevinin verdiği sıkıntı ile dengeyi tam kaybetmiş olarak Rahmetli M. Kartalcı ve benim beraber kaldığımız koğuşa geldi, bize hitaben: “Arkadaşlar bu saatten sonra artık ben ne abdest alacağım, ne de namaz kılacağım: Zaten şu anda gusül almam gerekiyor ama yıkanmayacağım. Sekiz aydır elimizi açtık yalvarıyoruz, nerde ise kendisini göstersin. Zaten ben geçmişte üç tane Kadir gecesini ihya etmiştim; bir Kadir gecesini ihya etmek yaklaşık seksen üç sene ibadete bedel olduğuna göre, benim yaklaşık iki yüz elli senelik ibadetim var demektir. Bu duruma göre benim namaz kılıp, ibadet etmem de zaten gereksiz oluyor” dedi.

Rahmetli Kartalcı ile beraber K…. Amcaya ne anlattı isek de ikna edemedik. Çok şükür ki bu olaydan bir gün sonra, açlık grevimizin yedinci günü Erzurum 9. Kolordu Komutan yardımcısı cezaevine geldi ve dertlerimizi dinleyeceğini bildirdi.

 Sivas olaylarından ve Oba teşkilatından tutuklu arkadaşlar, Komutanla görüşmek için sözcü olarak beni seçtiler. Yüz elli tutukluya sözcü seçilip, açlık grevini idare etmiş gibi görünmek benim aleyhime olacaktı ama arkadaşların ısrarı ile kabul ettim ve Komutanla görüşmeye gittim.

Dertlerimizi dinlemeye gelen Komutana niye açlık grevine gittiğimizi anlatmaya başlayarak, “Komutanım bizler 3–4 Eylül 1978 Sivas olaylarından ve Sivas Ülkücü memurlar derneğinden ceza alan yüz elli kişiyiz. Sekiz buçuk ay oldu Ceza evindeyiz. Mahkemenin karar vermesinden sonra bir ay içinde dosyalarımız Yargıtay-a gitmesi gerekirken hala gönderilmedi. Suçlu olup, olmadığımızın kesinleşmesi için bir an önce dosyalarımızın Yargıtay-a gönderilmesini istiyoruz. Birde bizimle beraber yatan Niğdeli bir Öğretmen var. Bu arkadaşımız on sekiz aydır cezaevinde yatıyor, ne mahkemesi var, ne dosyası var kendide niye yattığından habersiz, kimsesiz birisi; Bu arkadaşımızın durumunu da aydınlığa kavuşturmanı istirham ediyoruz” dedim.

Komutan, dosyalarımızın bir hafta içinde Ankara-ya gönderileceği hususunda söz verdi. “Diğer arkadaşımızın durumunu da yarın size bildireceğim” dedi. Komutan, dediği gibi de yaptı. On sekiz aydır tutuklu kalan gariban arkadaşımızın tahliyesi geldi. Zaten tutukluluğu bile yokmuş, Sivas Öğretmen okulunda okurken bir bıçakla yaralama olayına şahit olmuş; O konuda şahitlik yapması için ifadesi alınsın diye bulunduğu yere Askeri mahkemeden yazı gönderilmiş, onlarda tutuklayıp Erzurum sıkıyönetim cezaevine göndermişler ve boşu-boşuna ons ekiz ay cezaevinde yatmasına sebep olmuşlar.

Diğer taraftan Komutan söz verdiği gibi dosyalarımızı bir hafta içinde Ankara-ya gönderdi ama tutuklu arkadaşlara önderlik yaptığım için, idamdan sekiz seneye düşen cezamın, Klordu Komutanlığınca “yeniden idam verilsin” diye dosyama şerh konarak Yargıtay-a gönderildiğini haber aldım. Çok üzülmeme rağmen “Tevekkeltü Taalellah” diyerek içerdeki işlerimiz devam ettirdik.

Cezaevinde uygulanan ilk zamanlarda ki aşırı disiplin biraz gevşemiş, sağcı ve milliyetçi arkadaşlar aynı kattaki koğuşlarda bir araya gelmiştik. İstediğimiz zaman bir koğuştan diğerine ziyaretler yapabiliyorduk. Meşguliyetlerimizde çoğalmıştı. Kimisi kibrit çöpünden tarihi camilerimizin maketini yapıyor; Kimisi de saman çöplerinden eski hattatlarımızın sanat eseri olarak yazmış oldukları yazılarını tablolaştırıyorlardı. Bizde dışarıda nasip olmayan Hocalık görevimizi içeride icra ediyor, isteyenlere Kur’an-ı Kerim öğretiyorduk.

İşte böyle bir ortamda meşgul iken bir gün, Şehit Yüzbaşımız Bedri Karabıyık koğuşumuza geldi. O, anda biz birkaç arkadaşla Kur’an okuyorduk, bir arkadaşımızda kibrit çöpü ile Süleymaniye camisinin maketini yapıyordu. Kubbe kenarındaki lale motiflerini yapmış, henüz kubbeye yapıştırmamıştı.

Bedri Yüzbaşı, “gelin bakim sahte milliyetçiler, size bazı sorular soracağım bakalım maneviyatla ilginiz ne kadar” dedi. Bizde her şeyi bileceğimizi zannederek “sorun Komutanım” dedik. “Birinci soru: Osmanlı da niçin Lale devri vardır de Gül devri, Sümbül devri yoktur? Hâlbuki Lale, soğan cinsinden kokusu olmayan bir çiçektir” dedi. Bizler, “Osmanlının zevk, safa devriymiş de, bu tür çiçeklere önem Vermişlerde” diyecek olduk. Sözümüzü kesen Yüzbaşı, “anlaşıldı bu soruyu bilmiyorsunuz” dedi. Bana dönerek: “ Hoca sen eski yazı ile Lale yaz bakalım” dedi. Bende yazdım.

İkinci soru: “Türk Bayrağında ki ay ve yıldızın anlamı nedir?” Bu ikinci soruyu bildiğimizi zannederek hemen hepimizde cevap vermeğe başlayarak, “ Şehitlerimizin kanlarının biriktiği yere ay ve yıldız yansımışta” diyecek olduk. Bizleri susturan Yüzbaşı, “öyle bir şey yok; Ay ve yıldızda öyle bir araya gelmez” dedi ve yine bana dönerek “eski yazı ile birde Hilal yaz dedi. Devamında birde Allah ve Muhammed yaz” dedi. Yazdıktan sonra Allah, Lale ve Hilal yazılarına bak bakayım ne görüyorsun” dedi. Baktığımda gördüğüm her üç kelimede bulunan harfler aynı idi, yani iki lam, bir elif ve birde he harfi idi.

 Bu durumu söyleyince Yüzbaşı, “İşte Hoca gördüğün Lale ve Hilal de Allah lafzı gizlidir; Onun için Ecdadımız Laleye önem vermiş” dedi. Yazdığım Muhammed Lafzının köşelerini birleştirince tam bir yıldız oldu ve “Bayrağımızda ki Hilal ve yıldızda da Allah ve Muhammed ismi mahfuzdur” dedi. Böylece Şehit Yüzbaşı bize unutamayacağımız bir ders vermiş oldu.