Muhsin Başkan vefat edeli bir seneye yaklaştı. Ankara dönüşü hanımla beraber Muhsin Başkanın mezarına gidiyorum. Saman Pazarı’nın alt tarafında eski Ankara evlerinin bulunduğu sokaklara giriyorum. Ekserisi iki katlı eski evler restore edilmiş, kimisi lokanta olmuş, kimisin de eski ev eşyaları satılıyor, kimisi eskiye özlem duyanların buluştuğu Pasta hane ve kimisi de nargileli, cezveli çay ocağı olmuş. Sabahın saat dokuzunda pek müşteri yok ama yine de eski halılara giydirilmiş kısa sandalyeli masaya iki genç oturmuş el ele sohbet ediyorlar.
Bir Pasta hane önünden geçerken oturan iki kişiye selam veriyorum ve Muhsin Başkanın mezarını soruyorum, birisi elini göksüne bastırarak selamıma mukabele yapıp "Muhsin’i mi soruyorsunuz, hemen şu köşeyi dönün göreceğiniz Caminin ön tarafında" diye cevap veriyor.
Mezara doğru ilerliyoruz, camini kıble tarafına geçiyoruz, irili ufaklı yirmi tane mezar görüyoruz ve O mezarların sonunda küçük gül bahçesini andıran bir mezar var. On beş metre uzaktan Kekik kokusu ve diğer çiçeklerin kokuları adeta ziyaretçileri karşılıyor. Mezar dedimse öyle taştan, mermerden yapılı bir şey yok. Mezarın üzerindeki toprak düzlenmiş ve üzerine çeşitli çiçekler ekilerek yetiştirilmiş. Merhum Başkanın şahadetinden sonra sıkça duyduğumuz O meşhur "Üşüyorum" şiirinde geçen "Kekik kokulu koyaklardan aşarak" mısrasından esinlenerek çokça kekik yetiştirmişler. Sabah serinliğinde o kokuyu hissetmemek mümkün değil. Dış görüntüsü Peygamber Efendimizin müjdelediği "Ravzatüm mirriyazıl cenneh" (Cennet bahçelerinden bir bahçe) olmuş. "Sonsuzluğun sahibi" diye dua ettiği Yüce Mevla’dan niyazım mezarın içi de "Cennet bahçelerinden bir bahçe" olur. Mezarı başında ne taş var ve ne de isim var, sadece ömür boyu uğruna çile çektiği, gönderden yere inmemesi için hayatını verdiği Ay, Yıldızlı Türk bayrağı var. Zaten bu görüntü mezarın kime ait olduğunu anlatmaya yetiyor.
Kuran'ı Kerimden bazı sureler okuyarak ruhuna bağışlıyorum. Dua halinde iken bir genç geliyor ve selam verip yan tarafta bulunan Alperen Ocaklarının Bayrağının bulunduğu küçük masanın yanına oturuyor. Duamı bitirdikten sonra bende selam vererek gencin yanına oturuyorum ve Ocaktan görevli olarak mı kalıyorsun? Diye soruyorum. "Hayır, Abı ben M.H. P liyim fakat Muhsin Başkanımı çok severdim, ölümünden sonra kendi kendime karar verdim, her Pazar sabah dokuzdan akşam namazına kadar burada bekliyorum" diye cevaplıyor. O genç ile bundan sonraki diyalogumuz şöyle devam ediyor.
— Sen kimisin ağabey, nereden geldin, Muhsin Başkanla tanışıklığınız nasıl oldu?
— Muhsin Başkanla tanışmamız otuz beş sene öncesine gider. On iki Eylül ihtilalinden evvel kısa bir dönem beraber ceza evinde kaldık, beraber idamla yargılandık, daha sonra M.Ç. P ve B.B.P. yönetimlerinde bulundum, buraya da Sivas'tan geldim.
— Ağabey yediler Başkanımızı, apaçık suikast olduğu halde kimsenin sesi çıkmıyor. Kimleri yemediler ki Ağabey Dursun Önkuzu'lar, Ali Bülent Orkan'lar, Mustafa Pehlivanoğlu'ları, Gün Sazak'lar, idama giden fidanlar ve kim vurduya giden yüzlerce, hatta binlerce Ülkü devi. Hepsini bu memlekete kurban verdik, Vatan bölünmesin, Bayrak inmesin, ezan susmasın dedik. Ne oldu Ağabey Ülkücülerin kanları, canları pahasına koruduğu Türkiye'yi birileri "Açılım" adı altında bölmek, parçalamak için zemin hazırlıyor, göz göre-göre Vatan elden gidiyor. Biz ne yapıyoruz, geçmişte bu kutlu davaya gönül vermiş Ülkücü, Milliyetçi Ağabeylerimiz neredeler? Bugün bir araya gelemezsek ne zaman birlik olacağız?
Birliği beraberliği sağlamak için M.H. P ve üst yönetimine çok büyük görevler düşüyor, çok olgun ve müsamahakâr davranmalı, alçak gönüllü olmalılar. Biz büyüğüz, onlar küçük, zaten ayrılıp gidenler de onlar, geri gelsinler diye beklenmemeli. Bu işi organize eden bir ekip kurulmalı, en küçüğünden en büyüğüne ayrı düşmüş bütün Ülkücülerin kapısı çalınmalı. Gelenlere hain gözüyle bakmaktan, benim yerimi işgal eder diye korkmaktan vazgeçilip üst tarafa buyur edilmeli ve onları onura edecek görevlerle taltif etmeli ki gelenler ile küskünlükler, dargınlıklar ortadan kalksın ve yuvaya dönenler "Bundan sonra benim yerim burası, ben burada hizmet edebilirim" diyebilsin ve ümit ettiğimiz birlik-beraberlik oluşsun.
İşte Muhsin Başkanın mezarı başında karşılaştığım Ülkücü gençle böyle dertleştik. Ne ben onu ismini sordum, ne de o benim. Ama birbirimizi yıllardır tanıyormuşuz gibi dertleştik. İnşallah okuyanlar da kendilerine bir hisse çıkarırlar ve bir olmanın temelini bir şekilde atarlar. (Bu söylediklerim rüya değildir İnşallah)