II. Bölüm

           

Celâl’in hastalığı 1993 yılında Üniversite son sınıfta okurken ortaya çıkıyor. Dengesiz yürüme ve konuşma bozukluğu ile hastalık kendini göstermektedir. Artık Celâl üzüntü ve stres içindedir. Sürekli dengesizliğin bir ilacı var mı, diye düşünür durur. Ama bunu kimseyle paylaşmaz. Konya'da okulunu tamamlar, Ankara’ya ailesinin yanına döner.

Celâl’in dengesizlik problemini ailesi de fark eder. Babası ile birlikte hastaneye giderler. Doktorun muayenesi ile yatış lemleri yapılır. Çok geniş çaplı tetkikler uygulanır. Hastalık hakkında doktorlar sonuca varır. Bir gün sabah vizit esnasında Celâl’in doktoru,“Senin rahatsızlığın “FriedreichAtaksi.” dediğinde Celâl bunun ne demek olduğunu anlayamadı. Çünkü ilk defa böyle bir söz duymuştu. Doktora ne demek istediğini söyleyince; doktor da bu hastalık dengesiz yürümeyle başlar, sürekli ilerler, tekerlekli sandalye ile devam eder. Sonunda yatalak durumuna gelinir.Doktoru nefes almadan dinleyen Celâl’in gözpınarları dolmaya başladı. Henüz hayatının baharında 19 yaşında bir gençti. En büyük hayali düz yürüyebilmekti. Bu arzusu gerçekten hayal oluyordu. Artık iyileşmesi mümkün değildi. Doktorunun son cümlesi ise iyice üzücüydü. Bugünler senin en iyi günlerindir. Doktor odayı terk ettiğinde Celâl battaniyeyi kafasına kapatıp sabaha kadar ağladı. Refakatçi ihtiyacı olmadığı için babası akşamları yanına uğrar, durumunu sorardı. Yine babası gelmişti. Gecenin on ikisi idi,Celâl’in ağlamasına bir anlam veremedi. Celâl’in gözleri ağlamaktan kan içinde kalmıştı. Odadaki diğer hastalar doktorun söylediklerini ifade ettiklerinde Celâl’in babası da çok üzüldü. Öfke ve üzüntü ile doktora koşuyor, bu çocuğa bir anda böyle bir şey söylenir mi, ona bir şey olursa hesabını sana sorarım. Bu durumu alıştırarak söyleyebilirdiniz. Doktor söylediklerine çok pişman olur. Hemen Celâl’in yanına gelir ve ona,“Tıp çok ilerledi buna da bir çare bulunur.” dedi. Celâl bunun üzerine biraz rahatladı.Hastaneden bir müddet sonra taburcu olan Celâl’in askerlik yoklama kâğıdı geldi. Askerlik şubesinden askeri hastaneye sevk edilir. Komando olmak isteyen Celâl, hastaneden aldığı raporla askerlikten muaf tutulur. Doktorun Celâl için, “Hiçbir şey yapamaz.” demesine rağmen, Celâl’in babası bu durumu kabullenmez. Celâl’le birlikte İş ve İşçi Bulma Kurumu’na giderler. Orada bir hastaneye giderek rapor almaları istenir. Hastaneden getir götür işi yapabilir raporunu alırlar. Raporu İş ve İşçi Bulma Kurumu’na verirler. Devlet kurumlarından iş isteğinde bulunurlar. Birkaç hafta geçmişti. Babasıyla İş ve İşçi Bulma Kurumu’nun önünden geçerken, kuruma uğrayıp, sadece devlet kuruluşunda değil, özel sektörde de işe girebileceklerini söylediler. Yetkili Celâl’e herhangi bir mesleğinin olup olmadığını sordu. Celâl de,“elektronik teknikeriyim” deyince, yetkili Karel adında bir şirkete yönlendirme yaptı. Karel şirketi yetkilileriyle görüşen Celâl, bilgili ve İngilizcesinin iyi olması neticesinde işe alınır. Çankaya’da görüştükleri şirketin Sincan’da bulunan ARGE’sinde işe başlar. Kısa sürede işin püf noktasını yakaladı. Celâl işini ve iş arkadaşlarını çok sevmişti. İş arkadaşları da Celâl’i sevmişti. Başta patron, müdürler ve mühendisler Celâl’in çalışmalarını çok beğeniyorlardı. ÂdetaCelâl şirketin bulunmaz elemanı durumuna gelmişti. Bilgisayar başında hastalığını bile unuttuğu olmuştu. İlk yıllarda tutunarak, yemekhaneye gidebiliyordu. Streslerden ve psikolojik bunalımlardan Celâl’in hastalığı ilerliyor. 1998 yılında tekerlekli sandalye kullanmaya mecbur kalıyor. Dengesiz olarak da yürüyebilen ve hatta kendi başına araba kullanabilen Celâl, bundan sonra tekerlekli sandalyeye ve yatağa bağlı kalarak ömrünü geçirmeye başlıyor. Bu durum karşısında anne ve babası hangi ruhi yapıda olduklarını merak ediyor ve onları düşünüyordu. Onlar adına çok üzülüyordu. Kim bilir anne ve babası yalnız kalınca nasıl dertleşiyorlar.
Celâl’in annesi her gece ağlayıp, üzülüyordu. Bir akşam Celâl’in babası, annesine der ki: “Ağlama artık, hastalığı Allah verdi. Bizim sabrımızı deniyor. Allah terazinin bir kefesine oğlumuzun hastalığını koydu. Diğer bir kefesine de sabrımızı koyacak. Daha fazla ağlarsan terazinin kefesi ağırlaşacak. Bizim iki çocuğumuz daha var. Allah bize bu imtihanı verdiyse, bize düşen sabretmektir. İnşallah imtihanı kazanabilmek için, artık ağlamayı bırakıp oğlumuzu rahat yaşatma çarelerini üretmeliyiz…”

(Efkan Vural’dan alıntı.)