Yıl 1990. Edirne’den Gaziantep İslahiye’ye tayinim çıkmıştı. Daha doğrusu ailece dindar olduğumuz için sürgün edilmiştik. Islah olmamız için ıslah edilmiş topraklarda kurulu İslahiye ilçesine…

İslahiye’ye geldiğim günün ikindi sularında kışlaya uğramıştım. İsmini gelmeden önce duyduğum Bedir Binbaşı nöbetçi amiriymiş. Tanışmak, birlik hakkında bilgi almak için ziyaretine gitmiştim.

Uzun bir sohbete dalmıştık. Gün kararmış, akşam namazını O’nun odasında, O’nun seccadesinde kılmıştım. Fırsat buldukça birlikte geçirdiğimiz iki yılımız olmuştu.

Serdengeçti edalı, sevecen, yürekli, duygusal, şakacı, dünyada kalıcı olmadığını bilerek yaşayan bir insandı. Milliyet hisleri güçlü bir Müslümandı. Türklüğü Müslümanlıktan ayrı düşünmezdi. Yaşadığı sıkıntılara rağmen ülkenin, ordunun yönetim biçimine aşırı hüsnü zan beslerdi. Eleştirel yaklaşımlarıma mesafeli dururdu.

Askerlik kariyeri çok üst seviyede, Silahlı Kuvvetlerin en iyi komando subaylarından biriydi. Neşeli tavırlarının yanında, söz, peygamber efendimize, Sahabelerine rol model hayatlarından kesitlere geldiğinde gözyaşlarına boğulurdu.

Ramazan ayı geldiğinde kışlada orucu yasaklayan alay komutanına karşı verdiği mücadele, hafızamda hâlâ canlılığını koruyor…

Kendini kışla-orduevi-lojman üçgenine hapsetmez, halkla içten ilişkiler kurardı. İslahiye halkı ile tanışmam ve kaynaşmamda rol üstlenmişti. Aynı lojmanda kapı komşuluğu da yapmıştık…

1992 yılında Kars Sarıkamış’a tayini çıktı. Bir sene sonra benim de tayinim Sarıkamış’a çıkmıştı. Sarıkamış’a geldiğim gün yine nöbetçi amiriydi, yine kendimi O’nun yanında bulmuştum. Tıpkı İslahiye’de olduğu gibi. Yine odasında yine seccadesinde namaz kılmıştım. Sarıkamış’ı ve güzel ahalisini, orada kurduğu dostluklar üzerinden tanıdım. Fakir Sarıkamış halkının her zaman yardımına koştuğuna sık sık şahit oldum.

Dindar bir Müslüman olduğundan, hepimiz gibi o da çok sıkıntı çekti. Cengâver ruhlu, cesur, atılgan, gözünü budaktan esirgemeyen, şehit olmayı isteyen, birliği için gece gündüz çalışan bir subay olmasına rağmen “mürteci”, “güvenilmez (şüpheli)” kategorisine alınışına çok üzülürdü.

Çok problemli operasyon bölgelerine, problemli askerlerle gönderilmesine bile itiraz etmezdi.

Gittiği yerlerde halkın sevgisini kazanırdı. Arapça bilirdi. Operasyon bölgelerinde halkın evlerine gider, ekmeğini yer, sohbet ederdi. Arazide kurdurduğu mescid çadırında ezan ve Kur’an okuturdu. Köylüler rahatlıkla o çadırda namaz kılmaya gelirdi. Halkın kendisini hoca yerine koyarak bazı dini meseleleri sorduğunu gülerek anlatırdı.

İçten duygularla bağlı olduğu ordunun komutanlarının bir gün kendisini anlayacaklarını düşünürdü. Dindarlığın ülkemizin geleceği için elzem olduğunu, baskıların gelecekte büyük sorunlara yol açacağını, toplumsal dayanışmanın temel taşının ‘Din’ olduğunu, aziz İslâm dinini gayrimeşru ilân etmenin, ülkenin/devletin temellerini dinamitlemek olduğu, vatanseverliğin görevleri hakkıyla yapmaktan geçtiği kanaatindeydi.

Son günlerinde talep ettiği silâhın verilmemesi moralini çok bozmuştu. Tümen komutanının bir toplantıda sarf ettiği “Gericiler hamam böceği gibidir, ışığı görünce kaçacak delik ararlar” sözü hayal kırıklığının tuzu biberi olmuştu.

Dünyadaki son gününden bir gün evvel telefonla konuşmuştuk. Farklı bir ses farklı duygular içinde, bunca sene sonra ilk kez, komuta kademesinden ümidini kestiğini ilân etmiş, “Sen haklısın, bunların bize düşmanlığı bitmeyecek “ demişti.