Bir evvel ki yazımda “Şehadetini önceden haber veren yüzbaşı” dan bahsetmiştim. Onun zamanında çok hatıralarımız olduğu için, önce ondan biraz bahsedelim. Yüzbaşı Bedri Karabıyık Çanakkale doğumlu imiş. On iki Eylül sonrasında Erzurum üç no lu cezaevinde yatarken, Cezaevi komutanı olarak geldi. Onu Dinine, Devletine yürekten bağlı, Milli ve manevi değerlere sahip örnek bir Türk askeri olarak tanıdık. Bu sadece benim tespitim değil, o günlerde beraber kaldığımız bütün mahkûmlar aynı kanaate olduklarını kabul ederler.

Yüzbaşı sportif yapılı, orta boylu, genç bir komutandı. Bir keresinde bize atletik yapısını göstermek için, 1,75 boyundaki bir askerin boğazını ayağı ile sıkıştırmıştı. Cezaevinde birkaç ay beraber kaldığımız ve birçok hatırayı paylaştığımız bu Yüzbaşı daha sonra binbaşılığa terfi etmiş; Vatan hainlerinin peşine düşmüştü.

Şehitlik makamına yükselmeden üç ay önce hanımına yazdığı mektupta “Ben şehit olmaya gidiyorum, İki yavrum sana emanet, onları Vatanını, Milletini seven Dindar bir insan olarak yetiştirmeni istiyorum” diye mektup yazmış ve üç ay sonrada Ağrı dağının eteklerinde P.k.k lılarla çarpışırken Şehit olmuştu. Bu olay o tarihlerde birçok Televizyon ve Gazetede flaş haber olarak verilmişti. Yüce Mevla rahmet deryasına koysun ve bizlere şefaatçi kılsın.

İşte kısaca Şehadetini anlattığım Yüzbaşı Bedri Karabıyık, askeri cezaevinin sıkıntılı günlerinde bize bir ümit ışığı olmuştu. Yüzbaşının müsamahası ile gevşeyen cezaevi disiplininden istifade eden solcular, yer-yer içeride huzursuzluk çıkarmaya başlamışlardı. Nihayet bir gün on ikinci koğuştaki sağcı arkadaşları alarak, bodrum kattaki yirmi dördüncü koğuşa yerleştirdi. Yirmi dördüncü koğuş tam bir hücre evi gibi; İki kat ranza konmuş, üst ranza ile tavan arası bir metre kalıyor. Namaza durduğumuzda Hep rükû vaziyetinde durmamız gerekiyor. Bir gün bu şekilde namaz kılarken Yüzbaşı gelmiş, bizi seyretmiş, namazdan sonra beni çağırdı, “Hoca burası da olmadı, sizi yukarı çıkaracağım” dedi.

Böylece aylar sonra da olsa iç esaretten kurtulup, bütün arkadaşlar bir araya gelebildik. Bu arada, Sivas’tan cezaevine giren yüz elli kişinin tamamı ceza almış, yani mahkememiz bitmiş, dosyalarımızın Yargıtay-a gönderilmesini bekliyorduk. Dosyalarımız kanunen bir ay içinde Yargıtay-a gitmesi gerekirken, sekiz buçuk ay olmuştu, hala dosyalarımız Erzurum da bekletiliyordu. Avukatlarımızı arayıp sormamıza ve mahkemeye devamlı dilekçe vermemize rağmen değişen bir şey olmuyor, dosyalarımız bir türlü Ankara-ya gönderilmiyordu. Çünkü bu cezaları bizlere veren hâkimlerde biliyorlardı ki, dosyalar Yargıtay-a gidince yüzde doksanımız berat edecek ve cezaevinden çıkacaktık. Bizleri içeri dolduran güç, istiyordu ki, suçsuzda olsalar bunlar cezaevinde yatsınlar. Zaten de öyle oldu, dosyalarımızın Yargıtay-a gitmesi ve neticelenip gelmesi tam iki sene sürdü. Tutuklu yüz elli kişiden yaklaşık yüz on kişi berat etmesine rağmen, iki sene suçsuz yere cezaevinde yatmış oldular.

Sekiz buçuk ay geçmesine rağmen dosyalarımızın bir türlü gönderilmemesini bir araya gelerek değerlendirdik ve açlık grevine gitmeye karar verdik. Açlık grevimizi, solcuların ölüm orucu gibi inatla devam ettirmek değil, sadece dosyalarımızı Yargıtay-a gitmesini sağlamak için ilgili ve yetkili kişilerle görüşmek içindi. Nihayet bir Akşam yemeğinde getirilen iki karavana erik hoşafını içeri alıp sakladık ve artık yemekleri içeri almamaya başladık. Böylece açlık grevimizi de başlatmış olduk.

Ertesi gün Bedri Yüzbaşı gelerek, açlık grevini bırakmamızı istedi, “ben yine de sizi gerekli yerlere greve devam ediyorlar diye bildiririm” dedi. Fakat bizler yetkili biri ile görüşmeden açlık grevini terk etmeyeceğimizi tekrarladık. Hiçbir olayı bizzat yaşayan kadar kimse idrak edemez. Günde hayat yolumuzu üç defa yemek haneye uğratan, açlığımızı gideren, vücudumuza vitamin ve kuvvet veren yemekleri kendimize yasak etmiştik. “Kendi elinizle, kendinizi tehlikeye atmayın” buyuran Yüce Mevla’nın buyruğuna muhalif bir iş yapıyorduk ama başka da çare göremiyorduk.

Açlık grevine başladığımız gün sakladığımız iki karavana erik hoşafından bu etkinliğe katılan her arkadaşımıza her Akşam bir çay bardağı şerbet veriyorduk. Bu bir bardak tatlı su biraz olsun direncimizi artırıyor ve bize güç veriyordu ama git-gide ferimiz, fesimiz kesilmeye başladı. Greve başlamamızın dördüncü günün de hanı “Açlıktan dizimin bağı çözüldü” derler ya, aynen öyle arkadaşlar da namaz kılarken dizlerinin eğilip doğrulacak güçleri kalmadığı için patır-patır düşmeye başladılar. Beşinci gün birkaç arkadaşımız yatağa düştü, hemen revire kaldırdılar. Arkadaşlarımızın Hastaneye kaldırılması ilgililere niyetimizin ciddi olduğunu göstermiş olmalı ki, Dokuzuncu Kolordu Komutanlığından, “Ne istiyorlarsa dilekçe ile bize bildirsinler ve açlık grevini bıraksınlar” diye haberler gelmeye başladı. Fakat bizler, yetkili biri ile görüşüp, dosyalarımızın Yargıtay-a gönderilme garantisini almadan grevi bırakmak istemiyorduk. Onun için de devam kararımızı Kolorduya bildirdik ve greve devam ettik.