Geçen haftaki köşe yazımızda Hazret-i Musa ve Yunus Peygamber kıssalarına değinmiştik. Bu hafta da evliya hayatlarından biraz örnek vermek istiyoruz.

Yaşantısıyla bizlere yol gösteren birçok gönülehli insan dünyamıza ışık olmuş, saçtıkları bu ışıklarla çevremizi aydınlatmaya günümüzde de devam etmişler. Bu Allah dostlarından Fudayl Bin İyad, Bişr-i Hafi ve Şakik-i Belhî Hazretlerinin kıssaları beni büyük düşüncelere sevk etmişti. Okul dönemlerim de Abdülkadir Geylanî Hazretleri ve Allah dostlarının menkıbeleriyle manevi olarak beslenmeye çalışmıştık. Günümüz dünyasında içe yöneliş sürecimizde huzur verici menkıbeleri dinleyip hayatımıza tatbik etmeye ne kadar çok ihtiyacımız olduğunu daha iyi anladık.

“Bir zamanlar, Belh’te büyük bir kıtlık meydana gelmişti. Öyle ki açlıktan bütün halk hastalık tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştı. Çektikleri sıkıntıdan dolayı kalplere yorgunluk üşüşmüş, ızdıraplar yüzünden simalara hüzün düşmüştü. Lakin ne tuhaftır ki, pazarda halkın bu kederli hâline bir nebze bile aldırış etmeden yüzünde güller açan, neşe içinde oynayan bir köle vardı. Onun garip davranışına mana veremeyen halk, başına toplanarak kızgın bir üslup ile o köleye hitaben: “Bütün insanlar, üzüntülü iken, sen bu derece şen şakrak olmaya utanmıyormusun? Niçin bu kadar gülüyorsun?” diye sordular. O köle, kendisine yöneltilen bu suçlamaya, yine gülerek şu mukabelede bulundu: “Ben hiç dert ve kasavet çekmiyorum. Zira bir köyü ve çiftliği bulunan bir ağanın kölesiyim. Onun güven dolu idaresi altında huzurla yaşamaktayım. Onun kudretli oluşu benim gönlümdeki derdi ortadan kaldırmıştır” dedi. Onun bu sözlerini işitenler arasında Şakik-i BelhîHazretleri de bulunuyordu. O kölenin vermiş olduğu cevabı duyduğunda, hikmet dolu bu ifade karşısında tevekkül ve teslimiyet ufkunda, daha kat etmesi gereken çok mesafeler olduğu idraki içerisinde derin düşüncelere daldı. Ve dilinden birdenbire şu cümleler döküldü. “Ya İlahi sen ne kadar yücesin! Şu köle bütün kâinata nispetle iğne ucu kadar olmayan bir köye sahip, kendisini himaye edecek, efendisi olduğu için mutludur. Ey Rabbim! Sen ki, malikü’l-mülksün, mülkün gerçek sahibisin. Rızkımızı vereceğini söylemişsin, buna rağmen şu bizim kalbimizi ızdırap içinde bırakan gafletimiz neyin nesidir”? demiştir.

Tedirginliği bırakıp takdir ve tevekkülle Rabbimizden gelene rıza göstermeli, kölenin sahibine duyduğu güven ölçüsünde huzur bulmalıyız. Tasavvuf kitaplarına geçen sözü söyleyerek; “buda geçer yahu” demeliyiz.

Mevlâna Celâleddin Rumi Hazretlerinin mesnevisinde rastladığımız bir hikâyeyide paylaşmak istiyorum.

Bir zamanlar görme engelli bir dilenci vardı. Dilenirken: “Ey insanlar! Bana acıyın, merhamet edin. Bende iki körlük var, bu sebeple bana iki kere acıyın.” diye dilenirdi. Birisi dedi ki: “Birinci körlüğünü anladık, fakat ötekini anlayamadık. O nedir?”

Dilenci dedi ki: “Sesim çirkin. Ses çirkinliği ve gözün görmemesi iki kat körlük sayılır. Dilenirken çirkin sesimi duyanlar rahatsız olup kaçmaktalar. Bu sesim yüzünden insanların bana merhameti azalmakta ve benden kaçmaktalar.”

Bundan sonra,hâlini arz etmesi, doğru söylemesi insanların ona merhamet etmelerini sağladı.

Bizde gözü görmeyen dilenci gibi, günahlarımızla, belki çirkin sesimizle Yaradanımıza hâlimizi arz ediyoruz. Olaki Rabbimize sevimli gelen bir yönümüz vardır, duamız kabul olur. Müslüman ümit var olmalıdır.