Sıkıntı içinde bulunan bir adam, problemlerine çare olur düşüncesiyle bir bilgeye, müşkülünü anlatmaya gider. Ziyaretinin sebebini söyleyince adam derdini anlatamadan, bilge kendi içinde bulunduğu durumu anlatmaya başlar, anlatır da anlatır. Bir süre oturduktan sonra derdini anlatmaya gelen adam, müşkülünü anlatmadan, bilgeden “Senin derdin benimkini on kere kovalar.” diyerek izin ister gider. “Dünya bir oyun ve eğlenceden ibarettir.” ayetini sık işitiyoruz, birçok kez söylüyoruz. Ama dertten kurtulamıyoruz.

Derdimiz, fazla mal biriktirmekten, fazlaca dünyalık olunca bitmek bilmiyor. Fakat “Dertsiz insan yeryüzüne yüktür.” diyorlar. Derdimiz dinimizin yayılması, yurdumuz, çocuklarımız, engelli kardeşlerimize yönelikse, bize verilen, akıl, para, makam gibi değerleri yine kutsal bir dava için sarf edebiliyorsak derdimiz sevaba dönüyor, dert dünyalık olmaktan çıkıp, ulvi amaçlara ulaşıyor. Padişahın biri kör olur. Çaresi dertsiz bir adamın gömleğini bulup gözüne sürülmesidir. Vezirine emir vererek, “Bana dünyanın en dertsiz adamını bul ve gömleğini getir.” der. Vezir dağ tepe aşarak karşılaştığı adamlara tek tek sorar. Kadın kocasından dertlidir, baba evladından muzdariptir. Zenginin sıhhati yok, hastalık içindedir, fakir zengin olmak ister. En sonunda dağda neşeli bir çobana rastlar. Vezir sevinir. Çobana derdini sorar, şükür hiçbir sıkıntım yok, der. Bizim çoban, gömleğini ister, ancak çobanımızın gömleği yoktur. Rabbimiz dağımıza göre kar veriyor. Engelli bütün sıkıntılarını dünyanın geçiciliğini bilerek aşmaya çalışıyor. Kendince diğer duyu organlarıyla eksiğini kapatarak gamdan ve kederden kurtuluyor. Kibirli kulların eza ve cefalarıyla küçümsemeleriyle karşılaşsa da diplomaların, paraların, makamların geçer akçe olmayacağı günü düşünüp, eyvallah diyebiliyor. Yazımızın başında da dediğimiz gibi, bu dünya uyanınca son bulacak bir rüya. Çocukluğumda dinlediğim, notlarımın arasında olan, Muzaffer Ozak Hocamızın da anlattığı bir hikâyeyi sizinle paylaşmak istiyorum.

“Adamın biri hamama gitmek ister, cebinde bir kaymesi vardır. Hamam ücreti de bir kaymedir. Hamamın önünde bir afyonu macun yapmışlar satıyorlar, adamın canı ister ve yarım kaymeye bir macun alır. İçeri girer ve göbek taşına yatar. Tam banyo yaparken, içeriye yanında korumaları olan başka bir vatandaş girer. Bizim adam vatandaşa bakınca aynı kendisine benzediğini görür. Bir süre sonra insanoğlu çift yaratılmıştır diye yanına gidip hâl hatır sormak ister. Tam yaklaşınca adamın göbek taşı üzerinde öldüğüne şahit olur. Bizim adamın aklına bir fikir gelmiştir. Ölen ve kendine benzeyen kişiyle yer değiştirir. O, vatandaşın göbek taşına yatar. Tellaklar gelir, sesinden tanınacağı korkusuyla hiç konuşmaz, işaretle anlaşmaya çalışır. Hamamdan çıkar, o adamın elbiseleri kendine giydirilir. Montun cebinde bir sürü para ve güzel elbiselerle karşılaşır. Faytona biner, bir konağa gider, ancak bu konakta ne iş yaptığını, ölen vatandaşın kim olduğunu bilemez, bu yüzden konağın haremlik bölümüne tanınırım korkusuyla hiç uğramaz. Üç gün kadar konakta kalıp keyif yaptıktan sonra, bir nameyle kapısı çalınır, padişah bu kişiyi derhâl İstanbul’a çağırmıştır. Bizim adam padişahın kendisini tanıyacağı korkusuyla, konaktan, yükte hafif pahada ağır her şeyi alıp kaçar. Tam giderken bir caminin tabutluğuna saklanır, orada hırsızlar çaldıkları malları bölüşürken bizim adamı fark ederler. Kendilerinin de fark edildiğini sanarak onu öldürmek için kovalarlar. Bizimki bakar kurtuluş yok, caminin minaresine çıkıp kendini aşağıya bırakır. Bu esnada kafası yere çarpar ve uyanır. Bir bakar ki gördüğü her şey rüyadır. Afyonun etkisiyle hamamın içinde 24 saat sızmıştır. Göbek taşından tellakların sopasıyla aşağıya düşüp kafası çarpınca uyanmıştır. Tellaklar, “Yarım kayme paran var, bir gün hamamda kalıyorsun.” diye buna bir güzel sopa çekerler.

Bu hikâyeden anladığımız ise, kafamız taşa çarpmadan, kendimize gelmeliyiz. Dertlenirken, ben değil biz demeliyiz. Sıkıntılar biz kullar içindin. Rabbimize sığınmalıyız.