Darbe sonrası, Askeri cezaevinin ilk günleri: Üç no-lu cezaevinin, Erzurum-un Kars yolu üzerindeki Polis okulunu bozarak cezaevine çevrildiğini bir önceki yazımda anlatmıştım. İhtilal sonrası Sıkıyönetim yetkilileri, Cezaevinin iki yüz metre yakınındaki Petrol istasyonunun otuz basamakla inilen bodrumuna da el koyarak işkence evine çevirmişler ve oraya “Disko seksen” adını vermişlerdi. Yeni tutuklanmış her zanlı önce buraya getirilir, en az on beş gün burada misafir edilir, suçlu olsun veya olmasın çeşitli işkencelerden geçirilir, ondan sonra cezaevine getirilirdi.

İşkence yerine “Disko seksen” denmesinin nedeni, bilhassa elektrik vererek ve insanları hoplatarak işkence yapmalarından dolayı bu ad verilmişti. Oraya kimler uğramadı ki? Dört işletmede çalışan Ülkücü memurlardan Rahmetli Ünal Demir-i de yanlışlıkla oraya götürmüşler. Hâlbuki Rahmetli zaten ceza almış, hükümlü durumunda idi. Buna rağmen onu da on beş gün misafir etmişler. Orada kaldığı süre içinde kuru ekmek ve sudan başka yiyecek vermemişlerdi. Arası açık üç tahtadan oluşan bir Bank’ın üzerinde elbisesinden başka bir şey olmadan on beş gece yatmıştı. Sade bu kadarla da değil, Akşam yatmadan önce yatacağı yeri bir karış su ile dolduruyorlarmış. Erzurum gibi bir yerde üç, dört metre derinlikte ki bir yeri, birde su ile doldurursan oluşacak havayı tahmin edersiniz.

Rahmetli Ünal ağabey günde üç paket sigara içen bir tiryaki idi. Orada kaldığı süre içinde hiç sigara vermemişler. Bir gün asker nezaretinde tuvalete giderken askerin ağzında bitmek üzere olan sigara izmaritini görmüş, “şundan iki nefes çekeyim” diye rica etmiş. Asker “on beş lira verirsen izmariti veririm” demiş. Naçar kalan Ünal Ağabey, 0 günün şartlarında on beş Paket sigara alabilecek para ile bir izmarit almış ve sadece üç nefes çekebildiğini anlatmıştı. On beş gün sonra Ünal Bey yanımıza gelince ceza evi şartlarının çok kötü olmadığını anlatmaya başladım, hemen sözümü keserek; “Bekir Hoca burası Cennet, sen benim geldiğim yeri görsen, burada ebedi kalmaya razı olursun” dedi.

Tabi işkence yerine uğrayan herkes Ünal Ağabey gibi şanslı olamıyordu. O günlerde aslen Ankara, Çubuk kazasından olup, Erzurum-da okuyan ve aynı zamanda Erzurum Ülkü ocağı Başkanlığı yapan Emin isminde bir kardeşimiz geldi. İmam Hatip çıkışlı olan Emin Bey Öğretmenlik fakültesinde okurken içeri almışlar ve malum yere götürerek işkencenin her çeşidini tatbik etmişlerdi. “Her işkenceden sonra tamamen takatim kesiliyordu, artık başka çarem yok, bir suç kabul edeyim, sonucuna razı olayım diyordum; Fakat kabul etmem için önüme sürülen suçların hepsinde de birini öldürdüğümü kabullenmem gerekiyordu. Bu suçlardan birini kabul etmem demek, idam cezasının kabullenmek demekti. Onun için suçu kabullenmekten yaz geçiyordum, bu seferde başka bir işkence çeşidi deniyorlardı.”

Bu işkencelere maruz kalan Emin Başkan, 1.90 boyunda, 110 kilo ağırlığında bir babayiğit idi. işkence günlerini anlatırken şöyle derdi: “İşkencenin her çeşidini denediler. Elektrik vermeleri, Falakaya yatırmaları çok acı yerse de bir şekilde atlatıyordum. Fakat bir Filistin askısı vardı ki, diğer adına da “Uçağa bindirmek” diyorlardı. Ona dayanabilmek pek mümkün olmuyordu. Ellerimi arkadan bağlıyorlar, bileklerimden de tavanda ki Calaskal’ın kancasına takıyorlar ve Calaskal’ın zincirini çektikçe vücut yerden kesiliyor, yere paralel vaziyet alıyor, tabi o ağır vücudumu kaldırmaya aracı olan kollarımın omzuma bağlandığı kısım artık uyuşuyor, kendimi kaybedecek hal alıyordum. Bir ay boyu çektiğim bu acılara rağmen hiçbir suçu kabul etmeden kapağı cezaevine attım” derdi. Bu yiğit ülkücü kardeşimin birkaç sene önce öldüğünü haber aldım. Çektiği çileler inşallah günahlarına kefaret olur, mekânı cennet olsun.

Darbeci işkencecilerin hakkını yememek lazım, sadece Milliyetçilere bu işkenceleri yapmıyorlar, aynı oranda solculara da acımasızca davranıyorlardı. Bir gecenin ilk saatlerinde Kars’tan on beş tane solcu tutuklu getirdiler. Bunlar bir nezarethanede tam yüz yirmi gün kalmışlar, bu süre içinde ellerini, yüzlerini yıkamaya bile su vermemişler. Geldikleri saatte birde cezaevinin ışıkları söndü. Bir, iki saat sonra vücudumuzda canlılar gezmeye başladı. Elektrikler geldikten sonra baktık ki her tarafımızı koç gibi bitler sarmış. Cezaevi komutanına rica ederek D.D.T getirttik fakat Bitlerden bir türlü kurtaramıyoruz. Tuttuğumuz bitin başından aşağı bit ilacını döküyoruz, ama hiç fayda etmiyor, bit ilacını yarıp çıkıyordu. Solcu arkadaşlarımız gördükleri işkenceleri bize anlatmıyorlardı ama içlerinden birkaç tanesi ay hali görmüş kadınlar gibi pamuk kullanıyorlardı. Çünkü oturaklarından devamlı kan geliyordu.

Daha önceki yazılarımda belirttiğim gibi cezaevinin her anı bir işkence çeşidi idi. Son günlerde ismi Özal’ın ölümü ile ilgili yeniden gündeme gelen emekli General Sabri Yirmibeşoğlu, o zamanlar Kayseri de Komutan idi. Kenan Paşanın “Karıştır, barıştır” formülünü Sabri Paşa hayata geçiriyordu. O, emir doğrultusunda Milliyetçi tutukluları, solcuların içine dağıttılar. Fakat solcu tutuklu bin iki yüz tane, sağcı tutuklu ise üç yüz tane idi. Bu durumda kırk beş kişilik koğuşun kırk tanesi solcu, beş tanesi sağcı haline geliyordu. Bu şekilde arkadaşlarımızı darmadağın ettiler. Cezaevinin sıkıntısı yetmiyormuş gibi birde solcuların yanında esir hale getirdiler. Bu arada benim ve rahmetli Kartalcı’nın içinde bulunduğu Milliyetçi gurubu, Karslı solculardan oluşan yirmi beş kişilik tutuklu ile beraber on ikinci koğuşa koydular. Nasip olursa gelecek yazımda da on ikinci koğuş hatıralarını yazarım İnşallah.