Önceki tarihlerde olduğu gibi şehrin muhtelif yerlerinde kendilerine özgü duruşları, yürüyüşleri, gülüşleri veya susuşları ile göremiyoruz onları.

İller, büyük metropol olunca, evlerimiz apartmana dönüşünce,  düşüncelerimizi ve kalplerimizi küçülttük. Sevgimizi, hoşgörümüzü geri dönüşüm kutularına attık. Tıpkı bilgisayarlarda olduğu gibi.

Yağmur duasına çıkarken veya Rabbimizden bir şey isterken, “Allahım; savunmasız kullarının, ağzı dili olmayanların yüzü suyu hürmetine bize istediğimizi ver.” diye el açmaz mıyız?

Yaşadığımız yerler büyüdükçe, o yerin rengi, bereketi, hayat pınarı olanları kaybettik. Onlara ait zamanlarda onları taşıyamadık. Gördüğümüz zaman bazen tiksinerek, iğrenerek, acıyarak baktık. Uzaktan sevdik o insanları. Sosyal medyadan veya belirli gün ve haftalarda süslü cümlelerle dilimizle gönüllerini okşamadan sevgimizi anlatmaya çalıştık. Fakat karşılaştığımız da, “Deli bu.” dedik, taşladık, kovaladık, hor gördük. Atalarımız, onların gönüllerini incitmezlerdi, meczupları, şehirlerin musibet savarları, âdeta “paratonel direği” olarak görürlerdi. “Onların terk ettiği şehir soğur, insanı üşütür.” diye söylerlerdi.

Mahallelerimizden, köylerimizden eksilmez, bir şehir, bir mahalle, bir köy meczuplarıyla anılırdı. Bizim köyde bir Osman Emmi vardı, cumanın geldiğini insana hatırlatır; cum, cum diye evleri gezerdi. Anneannemin evine yemek yemeye kapısını çalar; “Ayşe Aba, acıktım.” der, ekmek ister, karnını doyururdu. Hiç kimse onu boş çevirmezdi.

Şükür ki ilimizde de böyle insanlara rastlamak mümkün. Şehrimiz hâlen kıymet biliyor. Malatya’da çok ünlü bir meczup vardı: Mersedes Kadir. Geçenlerde öldüğünü duydum, içim acıdı. Yavaş yavaş nesilleri tükeniyor galiba diye düşündüm. Tarihte insanlara adamlığı hatırlatan, “adam ol Mehmetleri”, İstanbul’da hikâyesiyle ünlü “Meczup Rızalar”, Konya’da, her evin kapısını dolaşarak ölüm var diye bize ahireti hatırlatan, “Parsanalı Mustafalar”. Güzel atlarına binip, bir bir göçtüler.

Kullandıkları cümleler manidardı. İnsanı durup düşündüren, sarsarak kendisine getiren büyük sözler söylerlerdi.

Günümüzde beni kendime getiren, Rabbim isterse her şey olur dedirten, notlarımın arasında bir hikâyeyi bulup okudum. Sıkıntım feraha dönüştü.

Ağanın biri köyünde kocaman bir konak yaptırmış. Açılış günü köyde herkese yemek vermiş. Çoluk çocuk, akıllı, deli. Deli lafın gelişi değil gerçekten de meczup kimseyi de davet etmiş. Yemekler yenmiş, köylüler konaktan ayrılırken, ağa; “Meczuba sorun, bu konaktan ne istiyorsa alsın.” talimatını vermiş. Meczubun gözü bahçede bağlı duran beyaz ata takılmış ve “Bu atı istiyorum.” demiş. Ve o at ağanın gözdesiymiş. “Hayır” diye cevap vermiş. “Başka bir şey istesin meczup.” ısrar etmiş, “İlla da bu beyaz at olacak.” diye diretmiş. Ağa da inatlaşmış “Hayır” demiş, başka bir şey dememiş. Meczup konaktan melul mahzun bir şekilde ayrılırken, bir şeyler konuşuyormuş kendi kendine. Ağanın ilgisini çekmiş bu hâl ve “Gidin bakalım dinleyin ne konuşuyor?” Meczup sürekli şunu söylüyormuş; “Sen isteseydin verirdi, ağa da kim oluyor ki”. Adamları ağaya söylemişler meczubun söylediklerini. Ağa; “Geri çağırın ve verin atı.” demiş. Meczuba atı vermişler. Meczup konaktan ayrılırken yine aynı şekilde söylenmeye devam ediyormuş. Ağa adamlarına; “Bu defa ne diyor gidin dinleyin.” demiş. “Ne diyor biliyor musunuz?” Meczup; “Sen istedin de verdi ağa da kim oluyor ki? Sen istedin de verdi ağa da kim oluyor ki?”

Ben de bu hikâyeden bir kere daha anladım ki; sen iste her şeye gücü yeten kudret, mutlaka verir. Ya vererek verir, ya da vermeyerek verir. Hikmet dolu hikâyeyi ve sözü bizlere bir meczup söyleyerek bir ders verdi.