“Ey iman edenler! Allah’ı ve âhiret gününü arzulayan ve O’nu sürekli anıp yücelten kimseler için Allah’ın Elçisi, o sarsılmayan imanı, tertemiz ahlâkı, fedâkârlığı, cömertliği, cesareti, kararlılığı ve çalışkanlığı kısaca bir hayat boyu yaşadığı kulluğu ile gerçekten size mükemmel bir örnektir. Şahıs olarak Peygamberi, toplum olarak da onun arkadaşlarını kendinize örnek almalısınız!” (Ahzap Sur, 33/21)

      Hz. Muhammed(sav)’in hayatının her evresinde bizim için güzel örneklikler mevcuttur. Zira Rabbimiz biz kullarına merhameti gereği O(sav)’nu elçi olarak göndermiştir.  Böylesi bir peygamberin hayatından 3 kesiti sizlerle paylaşmak istiyorum.

     1. En önemli iki destekçisi Ebû Tâlib ve Hz. Hatice(ra)’nin vefatıyla şartların daha da kötüleşmesi ve himayesiz kalması nedeniyle Mekke’de barınamaz hale gelen Hz. Peygamber (sav), Tâif’te 10 gün veya bir ay kaldı. Bu süre boyunca alaya alınan, taşlanan ve şehri terk etmeye mecbur bırakılan Hz. Peygamber (sav), Şeybe ve Utbe’nin bağında iki rekât namaz kıldıktan sonra şu ünlü kudsî duayla Yüce Allah(cc)’a yöneldi:

     “ ....Ey Merhametlilerin En Merhametlisi! Sen sıkıntıya ve zulme uğrayanların Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Beni kimlere emanet ediyorsun? Bana sert ve kaba davranan bir yabancıya mı? Yoksa davamda bana üstün kılacağın bir düşmana mı?

     Sen’in katından bana bir gazap ve öfke olmadığı sürece, ben bu başıma gelenlere hiç aldırmayıp katlanırım. Ama Sen’in katından gelecek bir himaye her zaman çok daha hoştur.

     İnecek gazabına ya da benim başıma gelebilecek öfkene karşı karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahiretteki işleri düzene sokan Sen’in Nur’una sığınıp himaye talep ederim. Sen hoşnut oluncaya dek (benim tarafımdan) yapılacak tevbelere layıksın. Kuvvet ve kudret ancak Sen’dedir”.

      2. Malumunuz Uhud Harbi'nde Hz. Muhammed(sav)'in dişleri kırılmış, amcası Hz. Hamza(ra) şehid edilmiş ve ordu ganimet peşine düşünce savaş neredeyse kaybedilecek olmuştu. Bütün bunların ardından  nazil olan Ali İmran Suresi. 159ayetle ilgi Mahmut KISA Hocamız şöyle bir meallendirme yapmıştır: “Ey Peygamber! Allah’ın sana bahşettiği o engin şefkat ve rahmeti sayesindedir ki, Uhud imtihânında başarısız olan arkadaşlarına son derece nazik ve yumuşak davrandın. Azarlanmayı hak ettikleri durumlarda bile, kusurlarını yüzlerine vurup onları rencide etmedin. Eğer onlara karşı kaba ve katı yürekli olsaydın, seni terk ederek etrafından dağılıp gitmişlerdi. Bu ise, hem senin için, hem de onlar için en büyük felâket olurdu. Öyleyse, onları bağışla ve affedilmeleri için Allah’a yalvar. Yönetimle ilgili olup da, hakkında kesin bir hüküm indirilmemiş olan her konuda onlara danış ve karar verirken, onların görüşlerini de dikkate al. İstişareler sonucunda belli bir yönde karar verdiğin zaman da Allah’a güven ve bu kararını taviz vermeden uygula! Çünkü Allah, üzerine düşeni eksiksiz yapan, fakat sonucun elde edilmesi konusunda yalnızca O’na güvenen, O’na dayanan kimseleri, yani tevekkül edenleri sever. Sevdiklerine de yardım eder!”

3. Mekke’nin fethi sonrasında yaşananları hepimiz biliriz.  Târihin en büyük affını sergilemek üzere Allâh Rasûlü (sav) Mekke halkına:

    “–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu. Kureyşliler:

    “–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarız. Sen, kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin!..” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber(sav):   

     “–Ben de Hz. Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allâh sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir! (Yûsuf Sur, 12/92) diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” buyurdu.

       Empati yapma vakti. Kendimizi gözden geçirme vakti. Yenilenme vakti.

       Biz Müslümanız. Müslüman olmamız neyi gerektirirse onu yapmalıyız. Birbirimize karşı yumrukları sıkmak değil el tutuşmak, birbirimize kin öfke ve nefretle yaklaşmak değil sevgi ve muhabbetle kucaklaşmak, ötekileştirmek uzaklaştırmak değil kucaklamak ve barışmak esas olmalı hayatımızda.

            Öfkemiz sadece zalimlere ve kafirlere olmalıdır.

            Nede çok uzaklaştık İlahi ölçülerden. Peygamberi metodlar hayatımızın her evresinde olması gerekirken malesef enelerimiz kabarmış, nefislerimizin mahkumu olmuşuz.

       İdraklerimize giydirilen ideolojilerin kurbanı/mahkumu olmakta neyin nesi. Liderler, devletler, güçler, partiler, kurumlar, yapılar, insanlar hepsi gelip geçici değil mi?

        Hepimiz hayatımızın anlamsızlaştığından dem vururuz da ölçümüz/mihengimiz nedir bunun çabası içerisine hiç düşmeyiz.

      Can alıcı soru şu:

       Niye aklımızı, ruhumuzu ve benliğimizi onlara neden teslim ederiz ki?