Kesinlikle bu cümleyi biz söylemedik. Cemil Meriç görmeengelli olduktan sonra böyle bir söz satır aralarına dökülüvermiştir. Cemil Meriç geçirdiği dekolmanrahatsızlığı ardından, zayıf olan her iki gözünün ışığını 38 yaşından sonra tamamen kaybetmiştir. Engelli hâle gelince körlük yazılarının odak noktasına oturmasına rağmen, aynı üretkenliğini sürdürebilmiştir. Göz ışığını kapatıp, gönül ışığının anahtarlarına dokunmayı başarmış, kalbe hitap eden cümleleriyle eserler kaleme alarakyaşadığı devir sonrasında bile birçok insanın gözünün açılmasına faydalı olmuştur. Doğuştan görmeengelli olarak körlüğe çabuk alıştığımı, hiç zorlanmadığımı söyleyebilirim fakat sonradan gözünü kaybeden insanlar için güçlüklerin olmamasını hayal etmek imkânsızdır derim. Cemil Meriç de yaşadığı görmeengeline Paris’te Quinze-Vingts Geceleriadlı yazdığı altı mektubunda yer vermiş, bakalım dostlarına engelli oluşuyla ilgili neler söylemiş, hep birlikte inceleyelim.
Cemil Meriç, 16 Temmuz 1955’te ilkini yazar Quinze-VingtsGeceleri’nin. Görmeyi tarif ediyor önce:
“Görmek tabiata tahakküm etmektir. Dış dünya ne kadar düşman unsurlarla dolup taşarsa taşsın, zekâmızın gözbebeklerimizden boşalan seyyalesiyle ehlileşmeye, mutileşmeye mahkûmdur. (...) Her bakış dış dünyaya atılan bir kementtir. Mekân canavarı, bütün buutlarıyla ehlileşiverir. Gören, hangi hakla yalnızlıktan şikâyet edebilir?”
Sonra, görme kaybı olan bir insanın başbaşa kalacağı en önemli duyusu olan sesleri, hastane odasından tarif ediyor:
“Sesler, yapışkan, kirli bir sümüklüböcek murdarlığı ile bütün vücuda dolan sesler... Hastanın biri ördeğini doldurmakla meşgul... (...) Sesler, ısırgan gibi deriye yapışan, sülük gibi tahammülü sömüren, çekiç gibi kafaya inen sesler...”
“Görmeyen insan, bozuk bir ampul gibi manasız; bıraktığınız yerde kalan bir paket; içinde eski hatıralar olduğu için arada bir karıştırılmaya layık... (...) Bu koğuştakiler [körler koğuşu] saati, ya dışarda birbirine çarpan süt güğümlerinden veya Mösyö François’nın öksürüğünden öğrenirler.”
“İkinci yazdığı mektubunda ise; “Körlük bir nevi ölüm. Hayır ölümden çok daha beter bir işkence. Öldükten sonra yaşamak gibi bir şey. Bir hortlak gibi yaşamak. (...) Yaşadığı trajedinin düğümünü ya ölümün elleri çözebilirdi, ya cinnetin. Heyhat! Gözlerini kaybetti.”
“Cemil Meriç artık eski Cemil Meriç değildir. Öfkeli, gururu kırık, ürkek… Tabiri caizse gözleri o mağrur alnından parmaklarının ucuna inmişti. Geceleri sessizce kütüphanesine gider, kitaplardan birini çeker, parmaklarıyla okşar ve başını sayfalara gömerek, hüngür hüngür ağlardı…”
Ümit Meriç, babasının gözlerini kaybettiği zamana dair bu kıssasını anlatır. Şu anda teknoloji yaygın, görmeengelliler, bilgisayarlardan, sesli okunmuş kitapları farklı aletlerden dinleyebiliyor. Kabartma kitaplar az olsada, bazı basılı materyallere ulaşabiliyoruz. Cemil Meriç, Gözlerini kaybetmeden önce, Zayıf görmesine rağmen, sehpasının üzerine koyduğu lambayla, okumaya çalışır, kitap aşığı olduğunu herkese hissettirirdi. Ençok kitap okuyamadığına üzülürdü kanımca, kızı ümit, eşi Fevziye ve sevenleri başucunda onun için okuyup yazsalarda, Kendi mektuplarını, kendi kitaplarını kaleme alamaması üzerdir bence Meriç’i.
Cemil Meriç gibi İspanyol J. LuisBorges de sonradan görme yeteneğini kaybetmiş önemli bir yazardır. O pek fazla körlüğünü takmaz kafaya, belki ülkesi tarafından anlaşılmış olmak, buna sebeptir. Kütüphane müdürlüğü görevi verilir, Kitaplarla iç içedir. Bir şiir kaleme alır; 
“Kimse yakınıp yerindiğimi sanmasın
Bu lütfundan Yüce Tanrı’nın
Bana ilahi bir şaka yaptı
Kitabı ve körlüğü aynı anda bağışladı.”
Okudukça sayfalarında kanat çırpıyorsa kuşlar, sonsuz yeşil ormanlar beliriyorsa etrafında, kitabı gözünle değil, kalbinle okuyorsundur artık ve sen iyi bir okur olmuşsundur.
Kızı Ümit Meriç ise babası Cemil Meriç hakkındaki bir makalesinde şu cümleleri bizlere aktarır.
“Evet, ben kör bir babanın kızıyım, ömrümün büyük bir kısmı Türk toplumu içinde bir özürlünün yaşadığı zilletleri paylaşmakla geçti. Babam yanında “kör” kelimesi telaffuz edildiğinde, öfke girdaplarından utanç kuyularına düşerdi. Çocukluğumda bir kaldırım çıkışım hatırlatmakta geciktiğim için köstekleyen babamın öfkesini nasıl yatıştıracağımı bilemezdim. Babamın kara gözlüklerinden ilk genç kızlık yıllarımda karşıdan gelenlerin yapışkan bakışları yüzünden rahatsızlık duyardım. İmzasını tanımayacağı için bankaya parasını yatıramayan babamla beraber bankadan çıkarken aynı hicapla ikimizin de beli bükülürdü. “Görüyorsun evladım, derdi babam, gözüm görmediği için beni adam yerine koymuyorlar”.
Yine Ümit Meriç aynı yazısında görüş olarak diyor ki; “Cemil Meriç’ler yani sıradan insanın sahip olduğu biyolojik aletlere sahip olmadan, onlara sahip olanları fersah fersah geçenler, tasavvuftaki terimlerle, hakikat gözü açık olanlar, acaba dünya gözü açık olanlardan daha mı mutsuz? Bir ama mutasavvıf diyor ki, “Eğer oğlum, körlükten lezzeti bilse idi, iki eli ile iki gözünü kendisi oyardı?” Bu sözden hikmete acaba kaç gören veya görmeyenin idraki erişebiliyor”!
Cemil Meriç’i görmeengelinden çok, yaşadığı dönemde anlaşılamamak, zamanının Borges’i olamamak hayal kırıklığına uğratmış olabilir mi? Fark edilmemek, farkında olunmamak. Başarılarının, gayretinin toplum tarafından hissedilememesi. Şimdi içinde bulunduğumuz anlar ne kadar farklı. Körler ölünce badem gözlü oluyor ama iş işten geçiyor. Cemil Meriç okumalı, okutturmalıyız. Cemil Meriç gibi kıymetli değerlerimizi tarihin gerisinde bırakmamalıyız.