Bir insan içi bir sürü şey söylemesine rağmen konuşmuyorsa, kendi hayatının içinde kayboluyor, adeta yok oluyor. Gözlerinin ışığı sönüyor. Etrafına “ölü göz” gibi bakmaya başlıyor.

İnsan kendi içinde olan biteni, kendisi için önemli olan bir tanıkla paylaşıp da anlaşıldığına ilişkin geribildirim alamayınca, nefes alamıyor. Evli bir birey için en önemli ve en mahrem tanık, eşidir. Dolayısı ile kişinin, eşinin dünyasında var olduğunun ve yaşamaya devam ettiğinin göstergesi, eşi tarafından dinlenildiğini ve sonucunda da anlaşıldığını hissetmesidir. Bu durum bir eş için nefes almak ve su içmek kadar yaşamsaldır. Burada eş için önemli olan konu haklı bulunmaktan çok anlaşıldığını hissetmektir.

Eşlerinin kendilerini anlamadığını hisseden ve artık konuşmayı anlamsız bulmaya başladığı için zorunlu konuların konuşulması dışında, susmayı tercih etmiş insanları sizler de hemen tanırsınız değil mi? Bakarlar ama görmezler, duyarlar ama algılamazlar, vardırlar ama yok gibidirler, adeta içleri geçmiştir…

Bir insan eşi ile zorunlu gördüğü konuların dışında konuşmamaya başladıysa kendince geçerli ve çok önemli nedenleri vardır. Bu nedenler mantıklı veya mantıksız olabilir ama kişinin kendisi için hayati öneme sahiptir.

Peki bir insan içi bas bas bağırırken ve söyleyecek pek çok şeyi varken, neden konuşmaz? Neden bir tüy kadar sessiz görünür? İçinde bin bir çeşit rengi barındırırken, neden tek renk gibi hatta hiç rengi kalmamış gibi görünür? Neden ölmüş de gömeni yok, gibidir?

İşte bazı nedenler;

Konuşmanın sonucunda hayal kırıklığına uğrama endişesi. “Konuşursam beni yine anlamaz, lafı ağzıma tıkar, hatta beni suçlu çıkarır. En iyisi hiç konuşmayayım”

Söylediklerinin özel kalmayacağı endişesi. “Kendimle ilgili bir şeyleri paylaşırsam gider dedikodumu yapar, olmadık kişilere anlatır, üstelik bire bin katar, en iyisi hiç söylememek”

Söylediklerinin önemsenmeyeceği endişesi. “Şimdiye kadar kaç kere konuştum ama dediklerim bir kulağından girdi diğerinden çıktı. Ne söylesem boş”

Söylediklerinin, sözü hiç kesilmeden, tam da anlatmak istediği gibi anlaşılmak üzere dinlenilmeyeceği endişesi. “Hayatımda beni şöyle can kulağı ile bir kere bile dinlemedi. Ne zaman konuşmaya başlasam hemen kendini anlatmaya başlıyor ya da nasihat ediyor. Her şeyin doğrusunu kendisi biliyor. Konuşmak anlamsız.  Onun derdi başından aşmış zaten”

Kendini hissettiği gibi anlatamama endişesi. “Konuştuğumda haklıyken haksız duruma düşüyorum. En iyisi susmak”

Söylediklerinin dikkate alınmayacağı endişesi. “Şimdiye kadar konuştum da ne oldu. Hep kendi bildiğini okuyor”

Söylediklerinin, verdiği sırlarının, anlattığı sorunlarının bir gün aleyhine kullanılacağı endişesi. “Eşim yumuşak karnımı bildiği için beni zayıf tarafımdan vuruyor. Onun için sorunlarımı anlatmak istemiyorum”

Söylediklerinin önemsizleştirileceği endişesi. “Zaten bana değer vermiyor, beni anlamıyor ki. Söylediklerime mi değer verecek. Konuşsam ne anlamı var”

Sorunlarından söz ettiğinde, sanki kendi sorunlarını çözemeyen güçsüz biriymiş gibi görünme endişesi. “Dertlerimden söz ettiğimde beni güçsüz görüyor. Öyle güçsüz, sünepe ve kendi sorunlarını çözemeyen biri gibi görünmek istemiyorum”

Kendisinin eşinin yaşamını boşu boşuna meşgul ediyormuş ve ona artı yük getiriyormuş endişesi. “Eşime bir derdimi anlatsam ya da bir şey istesem ona yük oluyormuşum gibi geliyor. Kendi dertlerimle ona sıkıntı vermek istemiyorum”

Kendisinden içinden geldiği gibi söz ettiğinde eşinin ondan uzaklaşacağı endişesi. “Eşime içimden geçenleri olduğu gibi anlatsam artık benimle olmak istemezmiş gibi geliyor. Bu nedenle, onun istediği gibi biri olmaya çalışıyorum. Kendim olmaktan çıktım kendime yabancılaştım. Ben artık ben gibi değilim”

Siz yaşarken ölmek istiyorsanız susun ya da eşinizin yaşarken ölmesini istiyorsanız, onu anlamak üzere dinlemeyin, o yeter, inanın yeter…

Cahit Zarifoğlu’nun dizeleri ile noktayı koymak istiyorum;

“Keşke vaktiyle, saçma da olsa iki laf etseymişim;

Susunca yok oluyormuş insan, çok sonra öğrendim.”

Konuşun, yok olmayın…