Koğuşların Türk Edebiyatında çok özel bir yeri vardır. İlk okuduğum romanlardan birisi, Merhum edebiyatçımız Peyami Safa’nın, Dokuzuncu hariciye koğuşu” isimli romanıdır.

Şairler Sultanı Üstat, Necip Fazıl Kısakürek “Zindandan Mehmed-e mektup” isimli meşhur şiirinde Koğuşu ana rahmine benzeterek “ Ana rahmi zahir şu bizim koğuş; Karanlığında nur, yeniden doğuş” der.

Ulusal edebiyatçılarımızdan Kemal Tahir, birçok romanını ve dünya edebiyatının büyükleri Şaheser sayılabilecek eserlerini koğuşlarda yazmış ve koğuşları anlatmışlardır.

Edebiyatın başköşesini işgal eden en güzel, en lirik şiirler, koğuşlardan ilham alınarak, yine koğuşlarda yazılmıştır. Onlardan bir tanesi vardır ki her hatırladığımızda adeta içimize kor düşmüş gibi olur. Evet, Türk-İslam âleminin yetiştirdiği ender insan, Şehit Başkan, Muhsin Yazıcı oğlu’nun içimizi yakan “Üşüyorum” şiirinden bahsediyorum.

“Gözlerim parke-parke taş duvarlarda; Açılıyor hayal pencerelerim” derken bahsettiği yer koğuş duvarlarıdır. “Ben sonsuzluğu düşünüyorum, Ey sonsuzluğun sahibi sana ulaşmak istiyorum” ve “ Beton çok soğuk, üşüyorum” derken de her tarafı beton olan koğuşun soğukluğundan, Rabbinin sıcak merhametine sığınmak istiyordu. Yüce Mevla’nın merhametine inen herkese rahmet olsun.

Türk şiirine “Han duvarları” gibi bir şaheseri hediye eden büyük şair Faruk Nafiz Çamlıbel, 1946 dan 1960 senesine kadar Demokrat Parti milletvekilliği yapar ve oda yassı adayı boylar. Zindanı ve koğuşu ölünün yattığı kabre benzeterek şöyle seslenir.

“ Ya gezen bir ölü yahut gömülen bir diriyim,

Mumyadır canlıda, cansızda bu kabristanda,

Gömdüler ruhumu yüz bin sene mahkûm gibi,

Cismim ayrılsa da, ruhum kalacak zindanda”

“Gün doğar. Sohbetimiz yalnız ölümdür adada.

Gün batar. Uykuda rüyamız ölümdür yalnız…

Dersiniz, “Böyle cehennem mi olur dünyada?

Çok değil bir gece bizde misafir kalsanız!..”

Bu girizgâhtan sonra gelelim bizim “On ikinci koğuşa:” On ikinci koğuş 5x6 ebadında, iki katlı tahta ranzalardan yapılmış ve içine yarım metreye bir kişi sıkıştırılarak kırk beş kişinin kalacağı şekilde hazırlanmış bir küçük dünya.

Zamanı kendi içinde genişleterek, Miraçta Habibini milyon senede kat edilebilecek mesafeyi, saniyeler içinde Burak’la uçurup bir anda huzuruna ulaştıran yüce Mevla; Burada da mekânı, mekân içinde genişleterek bir Köy, bir mahalle veya bir şehir mesabesinde gösteriyordu bizlere. Böylece kendimizi çok geniş bir ortamda yaşıyor farz edip bir yataktan, diğer yatağa misafirliğe gidiyor ve bu şekilde ruhumuzu rahatlatıyorduk. On beş metre uzakta, koridorun sonunda ki tuvaletlere gitmeyi, Sivas’ın İstasyon caddesinde gezme olarak addedip, birbirimize Sivas ağzı ile “Haydi bir İstasyon yapalım” diye sesleniyorduk.

Zaman geçtikçe, cezaevine yeni kurallar konmaya başladı. “Karıştır-barıştır” formülünü başlatıp, sağcıları ve solcuları aynı koğuşa koyunca birbirilerine zarar vermesinler diye tutuklu veya mahkûmlara gece nöbeti yazmaya başladılar. Hâlbuki darbeci zihniyetin zulmü o kadar büyüktü ki; Dışarıda birbirilerini öldüren sağcı ve solcular, burada zarar vermeyi bırak, yer-yer birbirimize yardımcı bile oluyorduk. Mesela askerler dışarı çağırıp bir solcunun veya sağcının eline yirmi, otuz cop vuruyordu. İçeri girince dövülenin kim olduğuna bakmadan hemen yardıma koşup, elinin içini kalemle ovalayarak şişmesine mani olmaya çalışıyorduk.

Biz Milliyetçilere zor gelen uygulamalardan biride koğuşun duvarında asılı duran Atatürk’ün “Gençliğe Hitabesi” ile “İstiklal marşımızın” tamamını ezbere okumamızı istemeleri idi. Normalde bilmemiz gereken İstiklal marşımızı askerin dayağını korkusuyla ezberlemek nefsimize çok ağır geliyordu. Hele birde tamamını bir çırpıda okuyamadın diye solcuların önünde cop yemek cezanın en ağırı idi.

On ikinci koğuşa gelişimizin ilk günlerinde bir gece ansızın, bir velvele ile kaldırıldık. Gecenin saat üçü, askerler içeri dolmuşlar bizi iteleyerek dışarı çıkarıyorlar. Kimimiz pijamalı, kimimiz don-atlet, uyku sersemliğinde, ne olduğunu anlayamadan kırk beş kişilik koğuşun tamamını yemek haneye doldurdular. Korku ve endişe içinde herkes birbirinin yüzüne bakıyor. İçimizde idamı onaylanmış mahkûm var, acaba onu infaz mı edecekler diye düşünüyoruz. Aynı günlerde İran devrimini gerçekleştiren Humeyni ekibi, sol eğilimli halkın mücahitlerini, diğerlerine ders olsun diye göstererek asıyorlar. Bize de böyle bir gösteri yaparlar mı diye korku içindeyiz.

Bir şey söylemeden saatlerce, gecenin yarısında, yarı çıplak ve ayaküstü Erzurum’un soğuğunda öylece bekletiliyoruz. Daha sonra bu olayı anlatırken, O anı yaşayanlardan Ahmet Ö. İsimli kardeşim diyor ki: “Hoca sen tecrübeli olduğun için hep senin gözüne bakıyordum, artık yaşamaktan ümidimi kesmiştim, senden onay alsaydım neye mal olursa olsun hemen gardiyanlara çullanacaktım, hiç bana bakmadığın için öyle sabrettim” diyordu.

O, arada askerlerde boş durmuyor, pijamamızın, atlet ve külotumuzun içini arıyorlardı. Kars’tan tutuklu solcu bir çocuğun cebinde bir santimlik kırık bir Jilet buldular. Bununla bizi mi öldürecektin lan” diye O tutukluyu kırk beş kişinin önünde en az yarım saat dövdüler, ağzını burnunu kanlar içinde bırakıp yerde askeri potinler ile defalarca tekmelediler. Betonun üzerine yığıldı kaldı, sonra kollarına girerek koğuşa götürdük.

 İki saati geçen bir bekleyişten sonra koğuşa girdik ki, sanki bizim koğuşta deprem olmuş. Yataklar, battaniyeler ranzadan aşağı atılmış; Çantalardan elbiselerimiz hapsi birbirine karıştırılarak ortalığa yığılmış ve çiğnenmiş. Bunlarla da yetinmemişler, okuduğumuz Kur’an-ı Kerimler, Elif Cüzleri de yerlere atılmış. “Aman Allah’ım bunu yapan bizim askerimiz olamaz, bu zulmü bize reva göremezler” diyorduk ama görünen köy kılavuz istemiyordu.

Bunlar sanki bir hikâye gibi anlatılsa da yaşanan gerçeklerdir Günümüz gençleri ibret alır diye o günleri yazmaya devam edeceğim.