“Fatih’in, gerçekleştirdiği fetihler çoğu kez kılıçla değil, hoşgörü üzerine kendiliğinden gerçekleşmiştir. Fethettikleri coğrafya ile birlikte insanların gönüllerini de almayı bilmişler ve insanları bir arada yaşatmışlardır. Fatih Sultan Mehmed’in dönemi adalet ve hoşgörünün doruk noktasına çıktığı bir dönemdir. Birlikte yaşama kültürü en geniş anlamı ile tebarüz etmiş, İstanbul’u fethettikten sonra azınlıklara karşı hoşgörü tutumu hat safhaya ulaşmış, Osmanlı adaleti günümüzde kendinden sıkça bahsedilen bir kavram olarak, hatırlarda yeretmiştir.

Fetihten sonra yaşanan bir misalle bu yazılan hoşgörü örneklerine ışık tutmak istiyoruz.

İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri bütün mahkûmları serbest bırakmıştı.

Fakat bu mahkûmların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek zindandan çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zulüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı.

Onlar da bir daha Bizans krallarının ve tekfurların yüzlerini görmemeye yemin etmişlerdi.

Bu durum II. Mehmet hana bildirildi.

O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar zindandan niçin çıkmak istemediklerini sultana da anlattılar. Fatih, o iki papaza şöyle hitap etti:

– Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslam adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, Müslüman hâkimlerin ve Müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunuzu ispat ediniz.

Padişahın bu teklifi papazlar için çok cazip gelmişti. Hemen Mehmet Han’dan aldıkları tezkere ile İslam beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa şehri idi.Burada şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:

Bir Müslüman bir Yahudi’den bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hastaymış. Müslüman’ın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş.

Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. At da o gece ölmüş.

Hadiseyi daha sonra öğrenen kadı, atı alan Müslüman’ı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:

– Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsa idim, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat ben zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine mademki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını Müslüman’a vermiş.

Papazlar İslam adaletinin bu derece ince olduğunu görünce hayretlerini birbirlerinden gizleyememişler.

Mahkemeden çıkan papazların yolu İznik’e düşmüş.

Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaşmışlar:

Bir Müslüman diğer bir Müslüman’dan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlar. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına biraz sonra ağzına kadar dolu bir küp altın takılmaz mı?

Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür Müslüman’a götürüp teslim etmek ister.

– Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana satmazdın. Al şu altınlarını, der.

Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmektedir.

O da şöyle söyler:

– Kardeşim, yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir, dilediğini yap.

Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, intikal eder. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlar.

Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını sorar.

Onlardan birinin kızı, birinin de oğlu olduğunu öğrenir ve oğlanla kızı nikâhlayarak altını çeyiz olarak verir.

Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anlayıp doğruca Fatih’in huzuruna gelirler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle derler:

– Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslam dininde vardır. Böyle bir dinin salikleri başka dinden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz, diyerek şehadet getirip Müslüman olurlar.

Biz Müslüman Türkler tarihimizde kılıcımızın keskinliği, gönlümüzün enginliğiyle, açılmayacak bütün kapıları açtık, Rabbimizin izniyle, İstanbul başta olmak üzere girilmez sanılan bütün şehirlere girdik. Günümüzde, tek yapmamız gereken özümüze dönerek, şuurlu bir Müslüman olarak hayat sürmek.