Hümanist geçinen batılılar, birinci dünya savaşında esir ettikleri insanları toplu nakil yaparken ellerini ve ayaklarını zincirlerle bağlarlar, bir de otuzunu, kırkını bir zincire irtibatlandırırlarmış. Buna da sevk zinciri denirmiş. İşte bizi de “Darbelerle karartılmış bir “Kara Eylül” günlerinde böyle yola çıkardılar. Yetmiş beş kişilik tutuklu mağdurları iki Otobüse bindirdiler ve kelepçelerin haricinde bir de sevk zinciri ile sağlamca bağladılar. Önümüzden, arkamızdan ikişer tane askeri araç bize refakat ediyordu. Sanırsın ki toplu katliam yapmış caniler taşınıyordu.

Hâlbuki sevk zinciri ile götürülenlerin bir kısmının yakınları toplu katliam-a uğramış, diğer bir kısmı da, Türkiye’nin yüzde doksan vilayetinde legal olarak kurulmuş ülkücü memurlar derneğinin mensupları idiler. Suçları da, “Kurdukları derneğin adının yanına, Türk tarihinden esinlenerek bir de “OBA” kelimesi ilave etmeleriydi. Türkiye-de ki bütün Ülkücü memurlar derneği “OBA” ismini derneklerine ikinci isim olarak vermelerine rağmen sadece Sivaslı Ülkücü memurlar on iki Eylül darbesinin zulmünden nasiplenmişler ve sorgusuz-sualsiz denecek şekilde on bir seneye mahkum edilmişlerdir.

Biz yine dönelim sevk zincirli yolculuğumuza: Saat on sıralarında ZARA’ya varıyoruz. Zara’nın girişinde bir pide fırını ve tuvaletlerin olduğu yerde mola veriliyor. Hem ekmek almamız, hem de ihtiyaç gidermemiz isteniyor. Herkes ikişer-ikişer aşağı iniyor, fakat benimle kelepçeli olan Yusuf Şimşek isimli öğretmen pek inmek istemiyor, bende pek ısrar etmiyorum. Yola çıktığımızda arkadaşıma niye aşağı inmediğini soruyorum, Hocam ben Zaralıyım ve bu durduğumuz yerdeki okulda Öğretmenlik yapıyorum, dışarı çıkan çocuklar benim öğrencilerim. Onların beni kelepçeli olarak görmelerini istemedim” diyerek beni daha çok üzüntüye sevk eden bir cevap veriyor. Yusuf Şimşek’in bir özelliği de Bu davadan yargılanan kendisi değil, amcasının oğlu. Ayni ismi taşıdığı için derneğe kayıtlı olanı değil de, amcasının oğlu Yusuf Şimşek mahkûm etmişler, yani başkasının yerine hapse gidiyor garibim.

Bu minval üzerine uzun yolculuğumuzu bitirip Erzurum, Kars kapının ilerisindeki üç katlı, üç nolu ceza evine varıyoruz. Burası aslında Polis Okulu olarak yapılmış. On iki Eylül ihtilali olunca Ceza evine tebdil etmişler. Yatsı namazı sıralarında yolculuğumuzu tamamlıyoruz ve bizi yemekhane olarak kullanılan bir yere alıyorlar. Bir Çavuş, bir kaç asker karşımıza geçmiş Hapishane kurallarını anlatıyor. Çavuş konuşuyor: “Burası Cezaevi değil bir esir kampıdır. Hürriyetin zerresi yoktur burada diyor.

“Canımızı sıkan, buraya uyum sağlamayan birini istersek vururuz, kaçıyordu öldürdük deriz” diyorlar Sizi seksen kişilik bir koğuşa koyacağız ama orada kırk tane yatak var, artık idare edeceksiniz. Seksen kişinin çıkardığı ses sekiz kişinin sesi kadar bile olmayacak. Sabah altıdan, Akşam dokuza, kadar oturacaksınız, Otururken ayaklarınızı uzatabilirsiniz, ama yatamazsınız, yatarsanız cezasının ne olduğunu o zaman görürsünüz. Bütün koğuşların kapıları her zaman kilitlidir. Tuvalete çıkmak istediğiniz zaman, kapıda duran askere “Komutanım müsaade eder misin? İhtiyaç görmeye çıkacağım” diye izin alacaksınız, en fazla on dakikada geriye dönüp, yine izin alarak içeri gireceksiniz. Tuvaletlerde tanıdığınıza, arkadaşınıza, hatta babanıza rastlasanız konuşmayacaksınız, konuşursanız neticesine katlanırsınız.”

Neticesinde ki cezanın ne olduğunu sonra öğreniyoruz ki, ellerinize yetmiş tane cop yemekmiş. Birkaç tanemiz daha önce Ceza evine girdiğimiz için “bunlar abartıyorlar canım, böyle sistem olmaz” desek de, gün geçtikçe daha da kötü olduğunu görüyoruz. Oturmaktan başka bir işimiz olmadığı için yemek saatlerini iple çekiyoruz. Dikdörtgen masaya on beş kişi yanaşıyoruz, Masaya üç tabak yemek konuyor, üçer kaşık alınca tabaklarda yemek kalmıyor. Karnımız doymadan sofradan ayrılmak mecburiyetinde kalıyoruz. Askerlerden yalvar-yakar bir haftalık bayat ekmeklerden istiyoruz, biraz alabilirsek koğuşa götürüyoruz. Askerlerin kantininden elli gramlık piknik reçeli, yağı almaya çalışıyoruz. Yedi, sekiz kişi kumanya oluyoruz. Yatakların üzerine gazeteleri serip yeniden sofra kuruyoruz, küçük çöplerle elli gramlık reçel ve yağdan sürerek karnımızı doyurmaya çalışıyoruz. Bazen da yemekler beklediğimizden daha çok çıkıyor, fakat ya pişirmiyorlar veya içine müshil katıyorlar, Sabahlara kadar tuvalet sırası bekliyoruz.

Boş zamanın çok olduğu, okumaya en çok istekli olduğumuz bu yerde maalesef kitap vermiyorlar, evlerden istediğimiz kitapları da kendileri okuyup “Zararsızdır” damgası vurduktan sonra bize veriyorlar. Bu işlemler de çoğu zaman ayları buluyor. Gazetelerde, Cumhuriyet, Hürriyet, Milliyet ve Tercüman olmak üzere dört Gazeteye müsaade ediliyor. Dinden biraz olsun haberdar olan bir Çavuş buluyorum, birkaç “Elif cüzü” ile birkaç tane Kur’an-ı Kerim almasını rica ediyorum. Adanalı bir Müslüman evladı olan bu ülkücü Çavuş ısmarladığım kitapları alıp koynuna birer, ikişer salkıyarak getiriyor, gizlice bana teslim ediyor. Bunlarla bir kısım arkadaşlarıma Kur’an-ı Kerim okutmaya başlıyorum.

Aradan bir ay kadar zaman geçiyor, artık memleketten yakınlarımız ziyarete gelmeye başlıyor. Fakat o da bir dert oluyor. Bir Pazartesi günü ziyaretçin var diye anons ediliyor. Hemen kapıya koşuyorum, “Hava saati” yerine çıkarıyorlar ve sıkı-sıkı tembih ediyorlar. “Tel örgüye bir metre kalası duracaksın ve ziyaretçinin karşısında esas duruşunu bozmadan konuşacaksın.” Ziyaretçileri de tel örgüye bir metre kalası durduruyorlar, yani Annemizin, Babamızın, eşimizin ve çocuğumuzun ellerine dokunmamıza bile müsaade etmiyorlar. Ziyaretçilerimiz, karşılarında ellerimiz yanlarımıza yapışmış vaziyette, put gibi durmamıza pek anlam veremiyorlar ve ikide bir soruyorlar, niye öyle duruyorsunuz diye. Ezile-büzüle “böyle durmamız gerek” diye cevaplıyoruz. Cezaevinde olup bitenleri yazmamı Rahmetli Şehit Başkanımız, Muhsin Başkan istemişti. Fakat Orada yazdıklarımızı muhafaza etmek mümkün olmuyordu. İki de bir arama yapıyorlar, bulduklarını hemen yırtıp, yakıyorlardı. Bu acı günleri yazmak otuz sene sonra nasip olacakmış. İnşallah, “Yusufiye hatıralarını” yazmaya devam edeceğim.