Görme engellilerin tarihi oldukça eskidir. İlkçağ’dan günümüze çeşitli ülkelerde farklı uygulamalarla karşılaşan körler, birçok kez önyargılı yaklaşımlara maruz kalmışlardır. Örneğin İlkçağ’da, Kartacalılar kör olarak doğan çocuklarını lanetli sayıp kurban etmişlerdir. Yerleşik hayata geçilmediği dönemlerde, avcılık ve toplayıcılıkla uğraşan halka engelli vatandaşların zorluk çıkardığı düşünülmüş ve ölüme terk edilmiştir. Ortaçağ tarihinde de Avrupa’da engelliler kaderiyle baş başa bırakılmıştır. İleriki yazılarımızda bu konulara geniş bir şekilde değineceğiz. İslam tarihinde görme engelliler hafızlık yaparak hayatlarını devam ettirirken, ahilik teşkilatında sanat öğrenmeye gayret etmişlerdir. Saruhan Oğulları Beyliği’nde görmeyenlerin eğitimi ve barınması için, körhane adı verilen kurumlar tesis edilmiştir. Birçok Osmanlı padişahının işaret dili bildiği, sağırlara devlette görevler verdiklerini bilmekteyiz. Ancak İkinci Abdülhamid’e gelene kadar sistemli bir yaklaşımla karşılaşmamaktayız. İkinci Abdülhamid’den önceki padişahların körlere maaş verdiklerine 7 8 Hasan Paşa’nın hatıratından bahseden, Ethem Erkoç’un kitabında görmekteyiz. Ulusal bir gazetede de anlatılmış olan konu, körler alayı şeklinde hikâye edilir.

“Bir gün polislerin dikkatini çeken bir şey olur. Yakından izlerler Bayezit Meydanı’nda duran her arabaya bir kişi biniyor. Başlarında biri değnekçilik yapıyor. Aralarında bir şeyler konuşuyorlar. Bu adamlar topluca nereye gidiyor? diye merak edip sormak isterler. Bakarlar ki hepsi de kör. Başlarında da Kör Osman isimli biri bulunmaktadır. Polisler sorar, o söylemek istemez. Bu defa polisler arabacılara sorarlar. Bir arabacı, “Bizimle pazarlık ettiler, Yıldız’a götüreceğiz.” Polisler “Yıldız” sözünü duyunca doğrudan, komisere haber verirler. O da derhâl zaptiye nezaretine bildirir. Oradan gelen emir açıktır. Dokunmayın fakat peşlerini bırakmayın, takip edin. Polisler körler alayını izlemeye başlar. Beşiktaş’a haber varır varmaz, Beşiktaş muhafızı Hasan Paşa’ya durumu bildirirler. O da olayı yakın izlemeye alır. Bu arada körler alayı Yıldız Sarayı önlerine varır. Saat kulesi önünde “Padişahım çok yaşa” diyerek tezahürat yaparlar. Padişah bu gürültüleri duyunca; “Gene ne oluyor, tez haber getirin.” der. Saray muhafızları duruma el koyar, körlerin başındaki Osman Efendi’ye sorarlar. “Sebeb-i ziyaretiniz nedir?”. “Osmanlı hanedanından bir padişahımız bir ferman buyurmuştu, buna göre İstanbul’daki fakir körlere, her ay maaş verilecek ve imarethanelerden de yemek yiyeceklerdi. Kaç senedir biz körlere maaş ve yemek verilmiyor. Velinimet efendimiz irade buyursalar ecdadımızın fermanı yerine gelsin. Bu niyazda bulunmak için buraya geldik.” Saray muhafızları bu cevabı olduğu gibi padişaha arz ederler. Sultan Abdülhamid de; “Hakları var, ecdadın vasiyetine riayet etmek lazımdır. Ben bu işin takipçisi olacağım. Müsterih olsunlar.” diyerek haber gönderir. Bu müjdeyi duyan bütün körler “Padişahım çok yaşa” diyerek geri dönerler.

İkinci Abdülhamid zamanında açılan körlerle birlikte eğitim veren Bî-Zebanlar Mektebi’ne, Mısır Kahire’de Hidiv İsmail Paşa tarafından kurulmuş olan, Körler Okulu’na ve asıl yazımızda değineceğimiz, bir misyonerlik okulu olarak faaliyet gösteren, dünyanın en iyi okullarından birini oluşturan, Urfa Amerikan Körler Okulu’nu anlatmaya önümüzdeki hafta devam edeceğiz.