1969 Senesinin 11. Ayında 49 doğumlu olarak Erzincan’ın üst tarafında ki Tugay’a acemi olarak askere gelmiştim. O zaman dört aylık olan acemi birliğini burada tamamladım ve dağıtımda nasibimize Erzurum Kars kapı çıkmıştı, usta birliğine de oraya gitmiştim. Şu nasibe bak ki, on sene aradan sonra yine cezaevine evvela Erzincan’a geliyorum, burada 11 ay kaldıktan sonra cezaevinin devamı olarak yine Erzurum Kars Kapıya gönderiyorlar.

Soğuk bir kış gününde bizi Erzincan’dan alıp Erzurum Kars Kapıya bırakıyorlar. Erzurum açık alanda olduğu için şehrin etrafına korunmak maksadıyla yüksek surlar yapmışlar ve ırmak köprülerinin altı gibi kubbemsi giriş ve çıkışlar koymuşlar. Kars kapıda bulunan 12 giriş ve çıkış kapısının giriş tarafını duvarla örmüşler ve şehre açılan tarafa da bir kapı iki pencere koymuşlar olmuş bir askeri kışla. Uzun zaman askeri süvarilerin atlarının ve top çeken katırların ahırı olarak kullanılan bu yerler şimdide cezaevi olarak tahsis edilmiş. İçerisine iki katlı yirmi ranza ve ortasına bir de soba kurmuşlar, olmuş bir kırk kişilik cezaevi koğuşu.

Bu 12 koğuştan ikisini yemekhane olarak ayırmışlar, ikisine de bize yani sağcılara vermişler ve geri kalan sekiz koğuşu da solcuları koymuşlar. 1979’un kış günlerini yaşıyoruz, toz kömürleri sıkarak yumurta tipi elde edilen kömürleri yakarak ısınıyoruz. Koğuşlarda tuvalet, banyo olmadığı için her iki saatte bir bahçeye çıkma iznimiz var, abdest ve diğer ihtiyaçlarımızı iki saate bir giderebiliyoruz. Yemekhane koğuşların sonunda olduğu için yemeğe giderken solcuların önünden geçiyoruz. Daha çok Karslı ve Artvinli olan sol tutukluların koğuşlarının önünden geçerken sakalımı ve başımda ki namaz tekkemi gören tutuklular bana sesleniyorlar:

Hoca, niye kurtçuların içinde kalıyorsun, bizim yanımıza gel, bizim niyetimiz de bu devleti yıkmak, şeriatçılarında niyeti aynı, beraber kalalım diyorlar. Ben biraz çekinerek solcuların penceresine yaklaşıyorum, “korkma bizden sana zarar gelmez” diyorlar. Pencereden bir gazete parçası uzatıyorlar ve bunu oku diyorlar. O zamanın sol gazetelerinden birisinin köşe yazarı olan Lütfü Oflaz’ın bir yazısı: Başlığı, “Ülkücüler Allah’a değil Tanrıya tapar” diye yazılı. Saçmalıklarla dolu yazıyı okuduktan sonra biraz konuşalım diye pencerelerine yanaşıyorum. Solcu gençlerden bir tanesi, “Hoca sen bu kurtçularla niye kalıyorsun, bizim yanımıza gel, şeriatçılarla fikir birliğimiz var, bu devleti beraber yıkacağız” diyorlar. Ben de diyorum ki, “tamam beraber olduk ve bu devleti de yıktık sonra yerine ne getireceğiz? Siz komünist bir yönetim istiyorsunuz, biz İslami bir idare istiyoruz. Komünist yönetimin olduğu Rusya’da milyonlarca Müslüman yaşamasına rağmen en tabi hakları olan ibadetlerini yapamıyorlar, camiler kapalı, Hacca göstermelik olarak sadece sekiz kişi gönderiyorlar. Diğer taraftan İran da devrim yapıldı, İslami idare başa geldi. Fakat halkın mücahitleri adıyla örgütlenen solcular orada Müslümanlar ile çarpışıyorlar. Biz Müslümanlar, sizinle nasıl bir araya geleceğiz? Diyorum. Arka taraftan birileri, bu da faşist diyerek kömür topağını bana atıyor ve ben geri çekiliyorum.

Çok şükür ki, hapishane idaresi bir arada kalmamızın zorluğunu görerek bizi oradan alıp, Erzurum’un Kars yolu üzerinde ki Süt evler yakınında ki Topçu birliğinin içinde bulunan bir binanın alt katına yerleştiriyorlar. Üç ay da eski askerlik yaptığım yer olan bu kışlada kaldıktan sonra birinci cezaevi hayatımız sona eriyor, Ben, Kartalcı, kardeşim Ali ve mahalleden iki kişi daha tahliye oluyoruz. Hemen Erzurum çarşısına iniyoruz. Kırk sene sonra hala cebimde sakladığım 99 luk Oltu taşı bir teşbih alıyorum. İçeride Rahmetlik Necati Tanış’ı, Erdoğdu Pasinli’yi, Yusuf Özkan’ı Sivas olaylarından tutuklu, çoğu Ali babalı arkadaşları bırakıp çıkıyoruz. Çarşıda Ülkücü camianın yakından tanıdığı Ayı Cengiz’e rastlıyoruz. Bizim gibi idamla yargılanan Doğan Ürgüp’ü cezaevine teslim etmiş Erzurum’u geziyor.

Hemen Tirene atlayıp on bir aylık ayrılıktan sonra Sivas’a ve sevdiklerimize kavuşuyoruz.