Kendilerine hakikatin apaçık belgeleri geldikten sonra parçalanıp birbirine düşen kimseler gibi olmayın; işte bunlar var ya, korkunç bir azaba müstahak olanlardır!” Ali İmran Sur, 3/105

Bu ayeti okuyunca aklıma ümmetin birliği konusu geldi. Bunca ihtilaf varken bu tür bir birliktelik mümkün mü? Prof. Dr. Mehmet GÖRMEZ’in bir konferansta söylediği şu sözlere dikkat kesildim:

"İslam’ın özü, ruhu, İslam medeniyetini ayakta tutan yegane iksir tevhit, neden mü’minler ve muvahhitler arasında vahdete dönüşmüyor? İman neden eman toplumlarını inşa etmiyor, neden güveni inşa etmiyor? İslam neden selamı, barışı gerçekleştirmiyor?”

Sayıları yüzlerce binlerce olan grupların camiaların böyle bir derdi var mı diye hafızamı zorladım.

"Vahdet ama nasıl?" diye sormuştu bir dertli kişi geçmişte. Ondan sonra o dertli kişi de o can alıcı soruyu sormaz oldu. Her halde oda anladı bu din(i)dar kafalarla vahdet mahdet olmaz!..

Yazar DİLİPAK'ın yayınladığı "Vahdet ama nasıl?" adlı kitabından bir alıntı paylaşmak istiyorum sizlerle:

"Hemen herkesin en çok arzu ettiği şey vahdet. Hem Kur’ân bizi vahdete çağırmıyor mu?
Ve topluca Allah'ın ipine yapışın, ayrılmayın...
Allah ve Rasûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin.
Muhakkak mü’minler kardeştir. Kardeşlerinizin arasını düzeltin ve Allah'tan korkun ki size rahmet etsin.
...... .... .....
Nerede yapıyoruz yanlışı?..
Bu kitap bu yönde yapılmış bir çalışmadır. Sorunun çözümü yolunda bir tekliftir. Daha doğrusu konu etrafında düşünmeye çağırmaktır asıl hedefim. Sorun, bizim başımızda gelişmiyor; bizden kaynaklanıyor. Nasılsak, öyle idare olunacağız ve kendi hakkımızdaki hükmümüzü değiştirmedikçe, Allah da bizim hakkımızdaki hükmünü değiştirmeyecek.
O zaman hakkımızdaki hükmü değiştirmek için vahyî sorumluluklarımızı kuşanalım.
Kardeş olduğumuzun şuuruna varalım!.."

Peki şu can alıcı soruyu sorsak kendi kedimize.

Kur’an’ı rafa kaldıran, Resul'üne hiç kulak vermeyen, akletmeyi düşünmeyi önemsemeyen, ahlaklı olmayı prensip haline getirmeyen, istişareye ehemmiyet vermeyen, kendini ‘la yüs'el sanan, gidişatını hakikatin merkezi gören hocalarla ve onlara gassalın elinde meyyit misali uyan kimselerle vahdet ne kadar gerçekleşebilir?
Peki aynı soruyu sorsak.

“Vahdet ama nasıl?” Desek. Önce din(i)dar kesimin aforozuna maruz kalırız. Niye mi? Çünkü biz ihtilaflarımızı kaşımak onları öne çıkarmak noktasında özel yetiştirilmiş bir toplum olmaya doğru gidiyoruz.

Ah keşke. Farklılıklarımızı zenginlik görebilsek neler olur neler!..
Peki Neler olur?

Önce tekfir, tehdit, tahkir edici tavır ve tutumlarımız yok olur. Birbirimizle yüreksel yakınlık oluşur. Birbirimizi dinlemeye anlamaya başlarız. Sonrası ise çorap söküğü gibi gelir. Bir vücudun azaları gibi oluruz. İşte o zaman Yürekler bir atar!..
Kur'an şairi Mehmet Akif'imizin dediği gibi:

"Girmeden tefrika bir millete düşman giremez, Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez!"
Unutmayalım ki;

Dilde vahdet varken zihinde tefrika olmaz.

Vahdet sosyal bir Tevhid iken, tefrika ise sosyal bir şirktir.

Tevhit ve vahdet olmadan medeniyetin inşası mümkün olmaz.
Mü'min kula düşen eylem ve söylemlerini vahdet odaklı geliştirmelidir.

Kısaca:

Bu konuda "Ey iman edenler! Yeniden iman ediniz!"(Nisa Sur, 4/136) ilahi ikazına kulak vermeli, Peygamberimizin veda hutbesinde yaptığı nasihatleri kendi nefsine odaklamalı ve bu konuda her daim olumlu somut ve pozitif adımlar atmalıdır!..